Celipe Travel
MONTENEGRO
Balkanlardan bildiriyoruz.
Ama karamsarlığın galip gelmesine izin vermemek lazım. Bazen okuyup empati kuran“o tek insan” için bile yazmaya değer. (Blog yazıları az okununca bazı zamanlar şöyle düşünüyorum: İnsanlar, inandıkları Tanrı’nın yazdığı kitapları bile okumuyor, biz kimiz ki, bizi neden okusunlar?) 🙂
Neyse, girizgahı geçip anlatmaya başlayayım. Montenegro bildiğiniz gibi. (Ya da bilmediğiniz gibi). Yeni iktidarla başlayan değişim dalgası hala devam ediyor. Ne değişiyor, neye doğru değişiyor pek emin değiliz gerçi. Bizim için değişen yüksek koltuklarda oturanların isimleri. Alt kademelerde yapılan kadro değişimleri, zaman zaman iş bilmezlik bazen nedensizce yürümeyen işler. Belki idealist insanlar da var hala, bir şeyler için didinen. Her şey bir miktar birbirine karışık. Yabancı bir kültürü çözmek öyle ha deyince olmuyor. Bizim derdimiz bize yeter diye bir miktar uzak durduğumuz da çok da yalan değildir.
Bir taraftan Özal Sonrası 90’larda gibiyiz. 90’ları tekrar yaşamak da belki de bizim lanetimiz. Çılgınca bir inşaat patlaması. İlk yazıları okuyanlar bilirler, 9 yıl önce bu ülkeye ilk geldiğimizde “ortada neden hiç kamyon yok” diye şaşırmıştık. Şimdi artık var, hem de ziyadesiyle… Tarlasına imar gelen ev yapıyor, tek katlı evi olan müteahhite veriyor, daha cesur olan harcı kendi karıp evine kaçak kat çıkıyor, en üstte inşaat filizlerini açıkta bırakarak… Yeni ve daha geniş yollar yapmak seçim vaadlerini süslüyor, o yollardan kimin nereye gideceğini pek de kimse umursamadan…
Hayal satanlar yine her devirde olduğu gibi başrolde yerlerini alıyorlar. Her milletten, çeşit çeşit dolandırıcılar ülkede fink atıyorlar. Haksız kazanç hızlı birikiyor haliyle, Mercedes Jeepleriyle ortalıkta salınıyorlar.
İnşaat yalnızca doğayı katletmiyor, insanlığı da, medeniyeti de, kültürü de katlediyor. Aşırı kısa zamanda büyük miktarda paraya sahip olmuş ve bu parayla ne yapacağına dair en ufak fikri, vizyonu ya da kültürü olmayan bir insan güruhu, saçma sapan bir sınıf çıkıyor ortaya.
Hayalleri daha fazla evlerinin olması, yollara sığmayan hormonlu arabalara binmek ve üzerinde hadsizce büyük marka etiketleri olan giysiler giyip, sebepsizce pahalı aksesuarlar edinmek…
Bir de dert tasa azmış gibi; bu inşaatçı sınıfla bu pek sevgili dolandırıcılar pek iyi anlaşıyorlar. Sıkça
kız alıp verdiklerindendir belki…
Biz memleketteyken de uzak durmaya çalıştık böylelerinden. Hala çabamız sürmekte…
(Gerçi memlekette mesleklerden ötürü pek de yolumuz kesişmiyormuş aslında. Bu kadar acayip insanlar olduğunu, biz buraya gelince farkettik.)
İşini hakkıyla yapan, zanaatı bu olan ve onu da hakkıyla yerine getiren birileri yok mu, elbette var, lutfen onlar alınmasınlar.
Neyse, anlayan anlamıştır vaziyeti. Gerçi Türkiye bu anlattıklarımdan 20 yıl ileride, hem sorunların büyüklüğü hem de karışıklığı bakımından. Belki de “bizim ki de dert mi?”
Sırf sorun var zannetmeyin tabii ki; ülkede yabancı topluların sayısı artıyor. Herkes beraberinde kendi kültüründen bir şeyler getiriyor. Ortak kültür zenginleşiyor. Herkes kendi çelişkilerini getiriyor, çelişkiler çatışıyor, yeni fikirler ortaya çıkıyor. Ülke daha az içine kapalı hale geliyor. Yabancı dil bilen sayısı artıyor, insanlar iletişim kurmaya daha istekli hale geliyor, bir miktar yozlaşma tabii ki baş gösteriyor, o da onun KDV’si oluyor.
Biz buraya gelirken, bizim gibi başkaları da peşimizden gelir diye tahmin etmiştik. Sanki bir hayal ülkesi gibi ya da okuduğumuz ütopyalar gibi. Durum pek öyle olmadı tabi.
Türkiye’de yaşayamaz hale gelen gençlerin bir çoğu, göçtü bir yerlere. O bir yerlerin arasında olmadı burası. (Yanlışlıkla yolu düşen idealist gençler olmadı mı, oldu. Onları da biz elimizden geldiğince eğitim imkanlarının daha iyi olduğu yerlere yönlendirdik.)
Beyaz yakalılar ve meslek erbabları muasır medeniyet seviyesinin ve mümkünse gelirlerinin daha fazla olduğu yerlere göçmeyi tercih etti. Onların gözünden bakacak olursan bir çoğu da haksız değildi.
Beraber bir şeyleri paylaşabileceğimiz, bir şeyler üretebileceğimiz, değer yaratabileceğimiz birilerinin gelip buraya yerleşeceğini varsaymıştık belki. Tabii ki buna bel bağlayarak yola çıkmadık. Bizimki iki kişilik bir yolculuktu ama sanki birileri sonradan katılsaydı hiç de fena olmazdı.
İyi insanlar gelmedi olarak anlaşılmasın. Çok iyi insanlar geldi. Hala bir çoğunu çok iyi arkadaşlarımız olarak kabul ediyoruz. Ama neredeyse hepsi, burada yaşamaya başlamadı. Kiminin emekliliği gelmedi daha, kimi tam da istediği iş imkanını yaratamadı. Kiminin çocukları engeldi ha diyince taşınmaya, kiminin kendi hayalleri.
Arkadaşlarımız var burada, hatta neredeyse bir küçük ailemiz. Ama bir küçük ütopya hayalinden de öyle kolay vazgeçilemiyor. En azından kendi dilinde bir şeylere gülmeyi, iki kadeh içmeye kalksan kendi dilinden şarkılarla, tanıdık bir maziye hüzünlenmeyi istiyor insan ara sıra. Belki olur günün birinde. Belki hala zamanı vardır, kim bilir…
Montenegro’dan Tekrar Merhaba.
Ne çok şey oldu bir önceki yazımızdan beri. Corona bitiyor galiba diye sevinirken, delinin birinin (ve aslında kocaman kocaman oligarkların) kararıyla dünya bir savaşın içinde buldu kendini. Daha doğrusu savaş hep vardı dünyanın çeşitli coğrafyalarında, bu sefer biraz daha yakınımıza geldi sadece.
Sosyal medya
kahramanları harici herkesin bildiği gibi, bir savaşın kazananı olmaz. Bu savaşın
da kazananı olmuyor haliyle ve en çok da bu suçta payı olmayan halklar
kaybediyor iki taraftanda. Yoğun bir zorunlu göç dalgası yaşanıyor. Ülkesi
işgal edildiği için kaçanlar ve ülkesi ekonomik ambargoya uğradığı için
kaçanlar.
Montenegro’da bu
göç dalgasından nasibini alıyor tabii ki. Geçici ya da temelli, yeni hayatlara başlamaya çalışan insanların
tedirginliği her yerde. Göçmenlik büroları önündeki kuyruklar artık daha uzun,
bankalar önünde ellerinde çeşitli dillerde belgelerle bekleşen insanlar. Yüzlerce, binlerce can yakıcı hikaye.
Savaştan
kaçanlara vicdanı olan herkes çok üzülse de, piyasa ekonomisi kısa sürede her
türlü vicdanı susturabilecek kudrette. Emlak satış ve kiralama fiyatları her
geçen gün artıyor. Talep artıp, arz buna aynı hızda karşılık veremeyince fiyat
artar diyor ekonomi 101. Gerçi inşaat virüsü, coronadan hızlı yayılıyor. Dağ
taş inşaat ve inşaatçı. Gerçi eline biraz para geçen herkesin ikinci mesleği
mutlaka müteahhitlik. Müteahhit: Yani taahhüt
eden, yerine getirirse vaadini ne ala.
Her göç dalgası, ülkenin demografisini değiştiriyor. Gelenler yalnızca bavullarıyla değil; kendi kültürleri, adetleri, alışkanlıklarıyla geliyorlar. Yerel kültür, bazen iyi çokça kötü etkileniyor bu yeni katkılardan. Çünkü bir kültürün oluşması ve dengelenmesi yüzyıllar sürüyor. İnsanların adapte olabileceğinden hızlı gerçekleşen her türlü değişim, yıkıma sebep oluyor. Bu duruma en iyi örnekler kendi coğrafyamızda. 50’lerden itibaren iktidarlar eliye teşvik edilen İstanbul’a göç; gecekondu ve varoş kültürünün tüm şehri istila etmesi. Ya da yakın zamanda yaşanan, beyaz yakalıların ege ve akdenize doğru gerçekleştirdiği havuzlu villa göçü. Kültürsüz bir zenginlik ve hipster kültürünün vıcık vıcık birleşimi.
Bir de tabii ki
yeniden başlayan Türk göçü var buralara. Bu göç, diğer göçlerden neredeyse tamamen
farklı. Daha önce de bu durum üzerine çokça şey yazdık ama ne yazsak yetersiz
kalıyor.
İlk farkı, bir kısım insanın hala amerikaya giden altına hucüm kitlesinin zihniyetini taşıyor olması. Bu kadar ekonomiden bihaber olan insanın, bu paraları nasıl kazanmış olduğu tamamen bir bilinmezlik. Herkese mi dedesinden bir tarla kalmış anlaşılır gibi değil. “Bizde 1 liraya satılan şey, orada 1 euroya satılıyor” mottoları. Keynes mezarında ters dönüyor. Satın alma gücünün bu kadar yanlış anlaşılması çok tuhaf.
Sonuç,
dolandırıcılara kaptırılan binlerce euro. Alınan araziler, açılan kapanan
şirketler, batan dükkanlar, yarısı tamamlanmış evler. Piyasa fiyatlarının
gereksiz yere yükselmesi. Cebinde daha az parayla geri dönüş ya da
dolandırıcılardan intikamını başkalarını dolandırarak alma çabaları.
İkinci kesimin yola
çıkış sebebi biraz daha anlaşılabilir. Ülke ekonomisinin, savaştaki ülkelerin
ekonomilerinden daha kötü olduğunu düşünürsek, bu macera mantıklı görünüyor.
Ama mantıkla olan bağlantı tam da burada kopuyor. Bu tür, genellikle toplu gezmeyi seven erkek
gruplarından oluşuyor istisnasız. Bir insan (!?), bir umut olarak görüp geldiği
bir ülkede, neden iğrenç davranışlar sergileyerek yaşamaya çalışır, gerçekten
anlaşılabilir gibi değil. Konuştuğu dilin anlaşılmadığına duyulan akılsızca bir
özgüvenle bağıra bağıra küfürlü konuşmak, çevrelerindeki kadınlarla ilgili ipe
sapa gelmez müstehcen yorumlar, askerde çarşı iznine çıkmış gibi sürüler
halinde gezerek giridiği her ortamda rahatsızlık yaratmak, yalnızca bu türe
özgü. Bir de küçük akıllarının itmesi ve
büyük kurnazlıklarının çekmesiyle; en zekice fikri kendilerinin bulduklarına
inanmaları. “Abi şu ülkeye, arabanın arkasına doldurup çakma spor ayakkabıları
getireceksin...” “Limanın oraya bir dönerci açsak iki yıla
köşeyiz...”
Hediyelik eşyacılar, dericiler, kapalıçarşı çakmacıları, dünden olma danışmancılar ve ikinci mesleği emlakçılık olan her türlü halı kilim travel dükkanları tabii ki kaldığı yerden devam.
Bir de tabii ki,
ailesiyle beraber tamamen yeni bir hayata başlamak için, tüm kurulu düzenini
bırakıp gelenler var. Yaşamaya çalışıyorlar, adapte olmaya, iyi olanı öğrenip
hayatına dahil etmeye, yanlarında getirdikleri güzel şeyleri paylaşıp
çoğaltmaya çabalıyorlar. Tanıyalım, tanımayalım. Hoş gelmişler, safalar
getirmişler.
Umarız burada da,
Türkiye’de de, tüm dünyada da gündüzü getirmeye çalışanların sayısı günbegün
artar.
Olmaz
Kimi işini iyi yaparsan mutlaka olur der; iyi yaparsın, olmaz.
İnanırsan olur derler; her gün yeniden kendini kandıra kandıra inanırsın, olmaz.
Çevren kötüdür, sektör bozulmuştur, sehir kirlenmiştir, ülke yozlaşmıştır;
tanıdık olan her şeyi bırakır; elinde avucunda ne varsa vedalaşırsın,
tanıdık sokaklar, gençlik hatıraları ve ana dilin geride kalir,
Sıfırdan hem de gerçekten sıfırdan bir hayata başlarsın; olmaz.
İstedigin bir kalemde zengin olmak değil hayatta kalmaktır, farketmez.
Bedava yaparsın, olmaz.
Yardım olsun, bu dünyada birilerine elimiz uzansın diye aylarca çabalarsın,
yaptığın işin kimse yüzüne dönüp bakmaz.
Herkes gemisini yüzdürür; kimi ailesini dolandırır, kimi okul arkadaşlarını kazıklar,
kimileri tanınmış ailelerin çocuklarıdır, olmayan siteyi 150 kişiye satarlar, millet birbirini ezer almak için.
Sen doğrusun ya; kaçak göçek olmasin diye kılı kırk yararsın; olmaz.
Kiminin çöpü değerlenir;
sen yaparsın, olmaz.
Belki de işin özü buradadır: Sen yaparsın olmaz.
Eski arkadasin zannettiklerin bir paylaşıma bile tenezzül etmez.
Yeni arkadaşlar edinirsin, seninle yer içer, sana dert yanar, 50 yerden dolandırılmıştır, gece gündüz sana ağlar, sonra gider başka bir sahtekardan ev alir.Aslında hayatın kuralları bellidir, sen de görürsün onları.
Ama başkaları gibi, gözünü kapatıp vazifeni yapamadığın için olmaz.
İçinde bir şeyler sana izin vermediği için yapamazsın başka türlüsünü;
eee haliyle olmaz.
Yarım yamalak iş yapanların dunyasında, hangi işe girsen pırıl pırıl yapmaya çabalarsin.
Emlakçılık yaparsın, olmaz.
Rehberlik yaparsın, olmaz.
Öğretmenlik yaparsın, olmaz.
Tasarımcılık yaparsın, olmaz.
Arkadaslık yaparsın, o bile olmaz.
Rasyonel düşünürsün, olmaz.
Dua edersin, olmaz.
Proje yaparsın, olmaz.
Temenni edersin olmaz.
Hadi piyango çıkmıyor, en azından bir iş bozulmasın dersin, olmaz.
Gün gelir Hızır bile bakar dileklerine, der ki “olmaz”.
Belki de önceki hayatlarında kötü olanlarin cehennemidir burasi diye düşünürsün;
kalkıp gitmek istersin; o dahi olmaz…
Covid-19 ile Yaşamak
Covid-19 ile Dünya
Salgının ilk günlerinde, insanlığın mantıksızlığını ve bencilliğini gördük. Marketleri yağmalayan insanların arsızlığından korktuk virüsün kendisinden daha fazla. Fazladan alınan bir ekmeğin, başkasının açlığına neden olabileceğini umursamayan kitlelerin bencilliği vardı ortada.
Medya tabii ki bu kaosta olmazsa olmazdı. Ekran soytarıları, sosyal medya fenomeni aklı az fikri çoklar sardı ortalığı. Konunun uzmanı bilim insanlarının sesini itinayla bastırdılar. Devletin ideolojik aygıtları demişti Louis Althusser. Bir sorunla önce o sorunun altı boşaltılarak baş edilir.
Bütün uluslar üstü kurumların işlevsizliği bir anda ortaya çıktı. Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler v.s.
Covid-19 ile Montenegro
SONUÇ:
Covid-19 ile Celipe
Küçük Şehirden Büyük Ülkeye
Sağlık sorunları baş gösterdi, Türkiye'ye gitmeye karar verdik. Zaten tüm Balkanlar, bir miktar ciddi problemleri için İstanbul'a gidiyor. Stres, heyecan had safhada.
İşimizi sağlama alıp, rezervasyonu bir ay yapıyoruz, sağlık bu şakası olmaz. Hem gitmişken eş dost kimseyi es geçmeyiz, kimsenin gönlü kalmaz diye düşünüyoruz.
Biz yola çıkmadan felaketler birbirini izliyor: Deprem, virüs (geldikten sonra da, tam gezilerimizden önce uçağın düşmesi!) haberleri bitmiyor. Konu sağlık olmasa kainattan mesaj var deyip oturacağız evimizde.
Yola çıkıyoruz. Süre uzun olunca arabamızı Tivat'ta bırakıyoruz. Havaalanına bizi Filip bırakıyor, (hani düğününe gitmiştik, transfer şirketi olan hani) üşenmemiş gelmiş sabahın dördünde.
Olaysızca iniyoruz pek yeni havaalanına. Benim ilk görüşüm kendilerini. Hiç görmesem üzülmezmişim.
Bilinçliyiz, hazırlıklıyız. Hemen takıyoruz maskelerimizi. Bendeniz cennet kuşu, hatalı ırkçılığa kurban gidip Çinli zannediliyorum. Bir şarap uğruna hayatını riske atmak istemeyen duty free çalışanları, benden kaçmaya çalışıyorlar. Her gün 1.90’lık Çinli görüyorlar sanki. Ben Türkçe konuşunca kıvırmaya çalışıyorlar. Bu adamlar Çinlilere nasıl davranıyorlar diye kaygılanıyoruz.
Arkadaşımız Ozan, sürpriz yapıp bizi karşılıyor. O da, Montenegro dolandırıcıları mağduru. Euro bazında bile pahalı bir sokak arası pastanesinde sohbet ediyoruz. Askerden sonra onu ilk görüşümüz, dile kolay.
Sokakta yürürken Türkçe konuşan herkese dönüp dönüp bakıyoruz. Tabii ki nüfusun %99'u Türkçe konuşuyor. Ne demek istediğimizi, dilinden uzakta yaşayanlar daha iyi anlar.
Sonra bizi Suna hocanın evine bırakıyor. Suna hoca Galatasaray Lisesi'nden, İpek'in tarih hocası(hani bizi ziyarete gelmişti geçen sene). Hemen koyu bir sohbet başlıyor, tabii ki yüzde sekseni ülkeye dair.
Ertesi gün hemencecik doktordayız. Lafı uzatmadan ameliyat diyor. Zaten psikolojimiz hazır, biz hazırız.
Ertesi gün, sabah erkenden hastanedeyiz. En büyük sorunumuz, ameliyat kostümleri çok çirkin; battal boy çöp poşeti gibi. Zaten kişisel her şeyin senden alınırken, bir nebze olsun güzel olabilirmiş. Hemşireler de bizimle hemfikir. Ameliyat hemşirelerini de çirkin çirkin giydirmişler, nasıl olsa insan içine çıkmazlar diye.
İpek ameliyatta. Ben artık yabancı bir şehrin sokaklarında yürüyorum, içim dışım yağmurlu.
Neyse ki doktorumuz muhteşem, tüm sorunları tek seferde bertaraf ediyor. Derin bir nefes alıyoruz.
Ziyarete arkadaşlar geliyor, beklendik ve beklenmedik. Gece hastanedeyiz. Biraz ağrı var. Benim ziyaretçi koltuğuna sığmama ise imkan yok.
Ertesi gün, anne bakımı için hastaneden çıkıyoruz. Çıkış işlemleri filan derken hastaneden çıktığımızı yazmayı unutuyoruz. Bazı arkadaşlarımız, hatta bizi yalnızca sosyal medyadan tanıyan insanlar geçmiş olsuna hastaneye gelmişler. Telefon bile etmemiş birinci derece akrabalarımız varken, mahcup oluyoruz bu nezakete ama insanlık adına seviniyoruz.
Anne evi bir ihtimam, bir ihtimam. Zaten yalnızca uyumak ve dinlenmek istiyoruz. Türlü türlü yemekler hazırlanıyor, hiç şikayetimiz yok tabii ki. İpek'in teyzesi, annesi, benim annem ve İpek, aynı dönemde ameliyat olduklarından kimse kimseye sarılamıyor ama ailenin bütün kadınları güçlü. Yüzlerden gülücük eksik olmuyor.
Hafta başı, ameliyat sonrası doktor kontrolü. Doktora ulaşmak için, İstanbul trafiğinin içine dalıyoruz. Yol boyu, içinden geçtiğimiz her muhit artık bize yabancı. Bir gökdelen arsızlığı almış başını gitmiş. Suçlunun hep yapan olduğu, satın alanın hiç günahının bulunmadığı binalarla dolmuş; 10.000 yılın sonunda beton tanrısına tapanların şehri olmuş İstanbul.
Doktor “her şey temiz” diyor, “git en az 5 yıl da gelme”. İpek'e söz yetmiyor, yazılı garanti alıyor doktordan :)
Güle oynaya Nursen’e gidiyoruz. Nursen, İpek’in hiç yenge demediği yengesi. Evin yakınında bir yemek yiyelim diyoruz, Montenegro’dan geldiğimizi duyan mekan sahibi; yanındaki restoranın sahibinin bizim oralarda inşaatçı olmaya karar verdiğini anlatıyor. Ya sabır diyoruz; bugün güzel bir gün ve ne yapsanız bozamazsınız.
Hastanın rehabilitasyona ihtiyacı var. Nursen’in evi de Ataşehir’de. Fenerbahçe’nin basketbol maçı var. Fırsat bu fırsat deyip maça gidiyoruz; yoksa konunun fanatik olmamla hiçbir alakası yok. İyi oynamıyoruz maalesef ama var gücümüzle bağırıp içimizdeki stresi dışarı atıyoruz. Nursen’ın takımları karıştırıp karşı takımın sayısına sevinmesi, arkamızdaki çocukları gülmekten yere düşürüyor; hem kendimize, hem çevremize neşe saçıyoruz. Ben unutup İpek'i biraz sarsıyorum tezahürat yaparken. İpek unutup delice alkışlıyor. Neyse ki dikişler patlamadan eve dönüyoruz.
İstanbul’da kar başlıyor. İstanbul’a kar yağdığına göre, ülkeye kar yağdı diyebilir haber bültenleri; doğu son iki aydır kar altında olsa da.
Montenegro'da önce müşterimiz olan, sonrasında aile olduğumuz Nuriye Hanım ve Ahmet Bey bizi Ağva’daki otellerine kaçırıyorlar. İstanbul’da kalmış olan nadir doğal alanlardan Şile ve Ağva. Ama korkarız betonseverler kuzeye doğru geliyor hızla. “Concrete is coming”
Sohbet-muhabbet, sofralar, şişeler. Bir diğer Montenegro müşteri-aile dönüşümü yaşadığımız Berna Hanım ve Yalın Bey'i ziyaret ediyoruz Ağva'da. Yalın Bey yok. Berna Hanım ile otururken Nuriye Hanım'ı da çağırıyoruz ve sohbet koyulaşıyor. Daha çok sohbet, şömineye odun, şişeler lingo lingo şişeler...
Sonrası;
Sonrası ver elini Ankara. Ankara benim anne-baba memleketi. İpek yalnızca Behzat Ç aracılığı ile biliyor Ankara’yı. Ankara soğuk, Ankara kar altında.
Bozkırın ortasındaki şehir bile değişmiş ben görmeyeli; sanki hiç değişemezmiş gibi gelirdi.
Havaalanında Mehmet Bey karşılıyor bizi. Ankara’da Mehmet-Suret çiftinin misafirleriyiz.
Hep rehberlik yapmak olmaz, rolleri değişip Mehmet Bey’i rehberimiz ilan ediyoruz.
İlk durak Anıtkabir. Söze hacet yok. Anıtkabir özlenir mi? Tabii ki özlenir. Anıtkabir ayrı, içinde yatan ayrı özlenir.
Ertesi gün, turistlik tam gaz devam. Önce Ankara Kalesi; sonra Anadolu Medeniyetleri Müzesi. Kale inceden restore edilmiş, çevresi de islah edilmiş. Manzara neyse ki kar altında. Beyaz, kir örtmeye çabalıyor elinden geldiğince. Tam kaleden çıkarken 2 çalgıcı geliyor. İpek kapı gıcırtısına oynar malum, başlıyor oynamaya. Suret Hanım da katılıyor ona. Keyifliyiz çok.
Medeniyetler müzesi ödül aldığı eski günlerin uzağında. Dönemin hoyratlığından payına düşeni almış sanki. Mehmet Bey müfettiş. Kazı alanında, tarihi eserlerin eski fotoğrafları asılı duvarda; önünde de eserin kendisi. Fotoğraftaki eser, önümüzdeki eserden daha sağlam. Topraktan çıkmasıyla bugün arasında başına bir şeyler gelmiş yani. 4000 yıl toprak altında saklanıp kurtulmuş, 100 yılda başına neler gelmiş. Taş olmak bile zor bu memlekette velhasılı.
Eve dönerken Ulus’taki pavyonlu caddeden geçiyoruz. Şu sıralar yeni belgeselini izlemişiz, heyecanlıyız. Caddede kozmopolitlik hat safada: Vergi dairesi, banka, pavyon, üniversite, pavyon, pavyon, adliye. Müthiş.
Sonraki gün Ankara buluşması zamanı.
İlk durak, adı kendinden daha büyük olan Kuğulu Park. Oradan Tunalı Hilmi.
Günün bir bölümü, Montenegro ile ilgili soruların cevaplanmasına ayrılmış durumda; diğer bölüm ise takipçilere, arkadaşlara, eski dostlara ve akrabalara.
Sohbet, sohbet. Mekan güzel ama müzik biraz yüksek. Ameliyatta takılan hortum, İpek’in boğazını çizmiş. Ancak sorumluluk duygusu ağır basıyor, bağıra bağıra konuşmaya devam. Sonuç: sesi tamamen gidiyor. Bundan sonrası fısıltıyla, hem de biraz ürpertici bir fısıltıyla.
Mini Türkiye Turnesi'ne devam. Adana 15 derece. Ankara’nın -7’sinden sonra iyi geliyor. Burada Çukurova Üniversitesi’nin misafirhanesinde kalıyoruz. Suat Hoca, Su Ürünleri Fakültesinde profesör. Pek muhterem eşleri Çiğdem de aynı üniversitede. Yeni rehberimiz kendileri. Sevgililer Gününü bizimle geçirmek isteyen İpek'in ilkokul arkadaşı Melda da uçağa atlayıp yanımıza geliyor. Her türlü çatlakça fikirin destekçisiyiz.
Önce eski Adana’yı geziyoruz. Taş Köprü, Ulu Cami, Eski Çarşı, Küçük Cami. Bakınca kalori aldıran tatlılar, üç parmak kalınlığında bilezikler satan kuyumcular, şalvar dükkanları, bol ışıklı erotik shoplar ve tabii ki şalgamcılar. Şalgamcılar arasında biri özel: Ali Göde
Hiç tanımadığımız bir akrabamız olduğuna inanıyorum. Eyvah Eyvah’taki Ata Demirer gibi giriyorum dükkana; içeride bana benzeyen kimse var mı diye bakıyorum. Kimse benzemiyor. Belki çalışanlar sülaleden değildir diye düşünüyorum. Koca bir bardak şalgam içip yola devam ediyoruz. Bu da sır olarak kalsın, ne yapalım.
Adana’da trafik kurallarını çözmemiz biraz vakit alıyor. Yeşil kırmızı fark etmiyor, araç da yaya da her koşulda geçiyor. Taksici tamponla amcayı itekliyor, amca bastonla karşılık veriyor. Teyzeler bağrıyor, dolmuşlar korna çalıyor. En son yeşil ışıkta koştuğumuzu fark ediyoruz. Ölmeden bir kafeye sığınıyoruz.
Yeni Adana’nın bir kısmı hipster. Bol organik, biraz kinoalı, nitelikli kahveli, modifiye çaylı bambaşka bir akım. Biz üç kişiyiz bu sırada; birisi vegan, birisi vejetaryen. Eskiden mecburen entel kabul edilirdik, şimdi mecburen hipsterız. Ama ortak kabul, her koşulda zenginiz. Zenginiz ve dertsizlikten vejetaryeniz. O halde kalın hesaplar ödemek görevimiz. İpek elbette Adana'ya gelmişken, kebapları denemeden ayrılmıyor.
Adana buluşması çok hoş bir arkadaş kafesinde.
İpek buluşmaya kadar fısıltıyla iletişiyor Adana'da. Suat Hoca ve eşi Çiğdem, İpek'in saniye durmayan öksürüğünü dindirmek ve sesini geri getirmek için türlü bitki çayları, pekmezler, karışımlar yapıyorlar. Ve beklenen an. İpek'ten çatallı da olsa ses çıkıyor buluşmada. Gelenlerle hal hatır, biraz Türkiye, biraz Montenegro. Planlar, öneriler ama çokça dolandırıcılara yem olmayın uyarıları. Sonuçta onlar hepimize zararlı.
Mersin, trenle bir saat. Hayriye ve Taylan bizi karşılıyorlar. Bir de küçük bebişimiz var, buraya
geldiklerinde henüz annesiyle beraberdi, ilk torunumuz kendisi. Kahvaltı müthiş, gurbetçiye özel serpme kahvaltı.
Hava daha da sıcak. Sahil pırıl pırıl. Uzun uzun yürüyoruz. Bir yanımız derya deniz, bir yanımız Çin Seddi gibi uzanan çok katlı binalar. Herkes denizi görmek istiyormuş, öyle diyorlar. Keşke çok katlı evlerinden değil de kıyısından görmeye ikna olsalar.
Akşama biz Melda ile maç peşindeyiz. Fener kupayı alıyor, mutluyuz. İpek, Hayriye ve Taylan ile tantuni peşinde. Onlar da mutlular.
Akşam treniyle tekrar Adana. Ertesi gün İstanbul.
Hava değişimi ve uykusuzluk sonucu, gelsin Celil'e boğaz enfeksiyonu.
İpek için KBB doktorumuzdan randevu almıştık. Doktor beni görüyor, eyvah önce sen gel diyor.
Koca koca antibiyotikler, ibuprofenler, parasetamoller…
İpek trakeit; yani nefes borusu zedelenmiş ve zedelenen yerleri mide asiti biraz yakmış. Öksürük bela.
İstanbul’da yarı zorunlu ev istirahati. İpek, hep yollarda; iş görüşmelerine devam ediyor. Hastalık 4-5 günümü iptal ediyor. Bir gece Nursen'de otururken İpek'in telefonu çalıyor. Tanımadığı bir sabit hat numarası. Bir açıyor ki karşısında Zeki Kayahan Coşkun ve İpek bu sefer Matrax'ta canlı yayında! Zeki yine bize şahane bir sürpriz yapıyor. O da yoğun çok. O sebeple yüz yüze görüşemiyoruz bu sefer ama kalplerimiz hep bir, biliyoruz.
Yapılacak iş çok, gün az; görüşülecek eş, dost, arkadaş çok, zaman az... Biraz iyileşince Anadolu Yakası'na veda edip Avrupa Yakası'na geçiyoruz. Bu sefer Ozan’ın misafiriyiz. Ozan iyi de çevresi kötü! İstanbul’da yaşadığımız dönemde de, Cihangir'i sevemedik bir türlü. Trafiği keşmekeş, yokuşları anlamsız, insanı kimlik bunalımında.
Gece Frankofon buluşması var. Fransa'dan haftasonuluk gelmiş olanlarla senelerdir Türkiye'de yaşayan Fransız hocalar, eşleri, partnerleri, eski öğrenciler. Herkes kendi hikayesini anlatıyor ufak ufak. Yıllar da girse araya, hiç zaman geçmemiş gibi devam eden muhabbetlerden. Doğduğu topraklardan uzakta yaşayanlar, birbirlerini daha kolay anlıyorlar bazen. Hiç çıkar ilişkisi yok, herkes yalnızca birbirini görmek için burada. Fransızlar kendi aralarında Türkçe konuşuyor, Türkler Fransızca. Garson durumu çözemeyip İngilizce mönü getiriyor. İhtiyacımız olan gecelerden. İyi geliyor. Bir daha nerede, ne zaman görüşeceğimizi bilmeden dağılıyoruz; vedalaşmamız bile dil karmaşası. Görüşürüz canımlar, bisou bisou.
Dişçisi, cildiyesi, fizik tedavisi, MRIı, eczanesi… Bitmiyor. Çemberi tamamlayıp Suna Hoca'ya geri dönüyoruz. Akatlarda yaşıyor kendileri, İstanbul’un nefes alabilen son bölgelerinden.
Küçük yürüyüşler yapıyoruz, bir nebze güzel hatırlamak için İstanbul’u. İpek beni Suna hocayla bırakıp Candan ablasına kaçıyor bir gece. İkimiz ayrı yerlerde, zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımız keyifli sohbetlerle bezeli bir gece geçiriyoruz.
Virus paniği tüm dünyada artıyor. Yeni bir maske almak için eczaneye giriyoruz, maske fiyatları çıldırmış. Karaborsa her yerde. İnsanın yoksunluğundan bir nebze menfaat sağlamaya çalışan herkes ahlaksızdır, nokta.
Aynı akşam, Orkan ile buluşuyoruz. Babasıyla beraber küçük ölçekli yapı işleri yapıyorlar. Bize Türkiye’deki inşaatlar ve ihale süreçleriyle ilgili hikayeler anlatıyor. Aydınlanırken kararıyoruz. Kötülük ve çürüme bizim algılayabileceğimizin çok ötesinde. El ele verilip yaratılmış bir cehennem portresi, herkes birbirinin ateşini yelliyor. Yanan da, yakan da, odun da kendisi.
Şehit haberleri geliyor. Garnizon yemekhanesinde, cızırdayan televizyondan duyduğum şehit haberleri geliyor aklıma. Önce buz gibi bir sessizlik, sonra şehitler ölmez sesleri. Üstün başın yemyeşil. Öldü diye fotoğrafı gösterilenler, birebir sana benziyor. En yakın telefona koşup ağladığını belli etmeden anneni arıyorsun. Ben iyiyim demek bile içini acıtıyor. Ben iyiyim, ama birileri iyi değil. O birilerinin yakınları hiçbir zaman iyi olmayacak. Şehitler ölüyör…
Geri dönüş günü geliyor.
Uçak akşam üzeri. Mültecilerin sınır geçişi serbest bırakılıyor. Sınırlarda problem olur mu diye kaygılıyız. O kadar şey üst üste geldi ki, neye kaygılanacağımızı şaşırdık. Bavullar, çantalar, kitap kolimiz, maskelerimiz ve endişelerimizle havaalanındayız. Kalabalık, güvenlik ve pasaport kontrolleri yavaş, maskeyle nefes almak zor. Uçağa biniyoruz, havalandırma çalışmıyor, virüse karşı önlem diyorlar. Uçak 45 dakika tavuk gibi yerde gidiyor. Uçuş 1 saat 15 dakika. Pilot hiç konuşmuyor, ilginç. Podgorica’nın üzerinde üç tur dönüyoruz.
Offf yeter bitsin artık bu gerginlik.
Sonunda iniyoruz, pasaport kontrolünden geçip bagajlarımızı alıyoruz. Havaalanından çıkarken polis elimdeki kolide ne var diye soruyor; kitap diyorum. Ha iyi o zaman diyor, ne açtırmak ne x-ray. Montenegro’ya hoş geldik :)
Maskelerimizi çıkarıp derin bir nefes alıyoruz. Tuhaf ama eve geldiğimizi hissediyoruz.
Burada nefes alabiliyoruz madden ve manen; yeniden hatırlıyoruz neden yerleştiğimizi. Arkadaşımız Haluk bizi eve götürüyor. Karanlık yollardan geçerken yıldızlara bakıyoruz.
Ayrılık, kavuşma, özlem, hayal kırıklığı, vazgeçiş, umut ediş… Her şey var… Yol kıvrılıyor ve gözlerimiz düşüncelere dalıp kapanıyor.
Gecenin bir vakti, bu sefer sahiden,
Evimizdeyiz...