Balkanlardan bildiriyoruz.

Bloga yazmayalı bir yıldan fazla olmuş. Demek ki bir miktar içe kapanmışız, bir miktar umudumuz törpülenmiş, bir miktar yalnızlaşmışız demek ki. Pek fazla insanın yazdıklarımızı okumuyor olması da, yazma motivasyonumuzun kırılmasında belki de önemli bir sebep.

Ama karamsarlığın galip gelmesine izin vermemek lazım. Bazen okuyup empati kuran“o tek insan” için bile yazmaya değer. (Blog yazıları az okununca bazı zamanlar şöyle düşünüyorum: İnsanlar, inandıkları Tanrı’nın yazdığı kitapları bile okumuyor, biz kimiz ki, bizi neden okusunlar?) 🙂

Neyse, girizgahı geçip anlatmaya başlayayım. Montenegro bildiğiniz gibi. (Ya da bilmediğiniz gibi). Yeni iktidarla başlayan değişim dalgası hala devam ediyor. Ne değişiyor, neye doğru değişiyor pek emin değiliz gerçi. Bizim için değişen yüksek koltuklarda oturanların isimleri. Alt kademelerde yapılan kadro değişimleri, zaman zaman iş bilmezlik bazen nedensizce yürümeyen işler. Belki idealist insanlar da var hala, bir şeyler için didinen. Her şey bir miktar birbirine karışık. Yabancı bir kültürü çözmek öyle ha deyince olmuyor. Bizim derdimiz bize yeter diye bir miktar uzak durduğumuz da çok da yalan değildir.

Bir taraftan Özal Sonrası 90’larda gibiyiz. 90’ları tekrar yaşamak da belki de bizim lanetimiz. Çılgınca bir inşaat patlaması. İlk yazıları okuyanlar bilirler, 9 yıl önce bu ülkeye ilk geldiğimizde “ortada neden hiç kamyon yok” diye şaşırmıştık. Şimdi artık var, hem de ziyadesiyle… Tarlasına imar gelen ev yapıyor, tek katlı evi olan müteahhite veriyor, daha cesur olan harcı kendi karıp evine kaçak kat çıkıyor, en üstte inşaat filizlerini açıkta bırakarak… Yeni ve daha geniş yollar yapmak seçim vaadlerini süslüyor, o yollardan kimin nereye gideceğini pek de kimse umursamadan…

Hayal satanlar yine her devirde olduğu gibi başrolde yerlerini alıyorlar. Her milletten, çeşit çeşit dolandırıcılar ülkede fink atıyorlar. Haksız kazanç hızlı birikiyor haliyle, Mercedes Jeepleriyle ortalıkta salınıyorlar.


İnşaat yalnızca doğayı katletmiyor, insanlığı da, medeniyeti de, kültürü de katlediyor. Aşırı kısa zamanda büyük miktarda paraya sahip olmuş ve bu parayla ne yapacağına dair en ufak fikri, vizyonu ya da kültürü olmayan bir insan güruhu, saçma sapan bir sınıf çıkıyor ortaya.

Hayalleri daha fazla evlerinin olması, yollara sığmayan hormonlu arabalara binmek ve üzerinde hadsizce büyük marka etiketleri olan giysiler giyip, sebepsizce pahalı aksesuarlar edinmek…

Bir de dert tasa azmış gibi; bu inşaatçı sınıfla bu pek sevgili dolandırıcılar pek iyi anlaşıyorlar. Sıkça
kız alıp verdiklerindendir belki…

Biz memleketteyken de uzak durmaya çalıştık böylelerinden. Hala çabamız sürmekte…

(Gerçi memlekette mesleklerden ötürü pek de yolumuz kesişmiyormuş aslında. Bu kadar acayip insanlar olduğunu, biz buraya gelince farkettik.)

İşini hakkıyla yapan, zanaatı bu olan ve onu da hakkıyla yerine getiren birileri yok mu, elbette var, lutfen onlar alınmasınlar.

Neyse, anlayan anlamıştır vaziyeti. Gerçi Türkiye bu anlattıklarımdan 20 yıl ileride, hem sorunların büyüklüğü hem de karışıklığı bakımından. Belki de “bizim ki de dert mi?”

Sırf sorun var zannetmeyin tabii ki; ülkede yabancı topluların sayısı artıyor. Herkes beraberinde kendi kültüründen bir şeyler getiriyor. Ortak kültür zenginleşiyor. Herkes kendi çelişkilerini getiriyor, çelişkiler çatışıyor, yeni fikirler ortaya çıkıyor. Ülke daha az içine kapalı hale geliyor. Yabancı dil bilen sayısı artıyor, insanlar iletişim kurmaya daha istekli hale geliyor, bir miktar yozlaşma tabii ki baş gösteriyor, o da onun KDV’si oluyor.

Biz buraya gelirken, bizim gibi başkaları da peşimizden gelir diye tahmin etmiştik. Sanki bir hayal ülkesi gibi ya da okuduğumuz ütopyalar gibi. Durum pek öyle olmadı tabi.

Türkiye’de yaşayamaz hale gelen gençlerin bir çoğu, göçtü bir yerlere. O bir yerlerin arasında olmadı burası. (Yanlışlıkla yolu düşen idealist gençler olmadı mı, oldu. Onları da biz elimizden geldiğince eğitim imkanlarının daha iyi olduğu yerlere yönlendirdik.)

Beyaz yakalılar ve meslek erbabları muasır medeniyet seviyesinin ve mümkünse gelirlerinin daha fazla olduğu yerlere göçmeyi tercih etti. Onların gözünden bakacak olursan bir çoğu da haksız değildi.

Beraber bir şeyleri paylaşabileceğimiz, bir şeyler üretebileceğimiz, değer yaratabileceğimiz birilerinin gelip buraya yerleşeceğini varsaymıştık belki. Tabii ki buna bel bağlayarak yola çıkmadık. Bizimki iki kişilik bir yolculuktu ama sanki birileri sonradan katılsaydı hiç de fena olmazdı.

İyi insanlar gelmedi olarak anlaşılmasın. Çok iyi insanlar geldi. Hala bir çoğunu çok iyi arkadaşlarımız olarak kabul ediyoruz. Ama neredeyse hepsi, burada yaşamaya başlamadı. Kiminin emekliliği gelmedi daha, kimi tam da istediği iş imkanını yaratamadı. Kiminin çocukları engeldi ha diyince taşınmaya, kiminin kendi hayalleri.

Arkadaşlarımız var burada, hatta neredeyse bir küçük ailemiz. Ama bir küçük ütopya hayalinden de öyle kolay vazgeçilemiyor. En azından kendi dilinde bir şeylere gülmeyi, iki kadeh içmeye kalksan kendi dilinden şarkılarla, tanıdık bir maziye hüzünlenmeyi istiyor insan ara sıra. Belki olur günün birinde. Belki hala zamanı vardır, kim bilir…