Celipe’nin Tatili: 2.Bölüm: Hollanda


İstikamet Hollanda, gerçek hızlı tren sağolsun, 450 km = 2 buçuk saat! Celipe’nin yeni yerler görme zamanı. Tabii ki arkadaş ziyaretlerine devam.

İlk durak Den Haag. Bizim oralarda Lahey diye bilinir kendisi.
Küçük bir yerleşim; bir bölümünü yönetim binaları ve bürokrasi kaplamış ama kasvetli bir yer kesinlikle değil.

Her yer yürüme mesafesi; biz hala şehir keşiflerinin yürüyerek yapılmasına inananlardanız ve günlük ortalama yürüyüş mesafemiz 15km kadardır J. İsabet; ulaşım çok pahalı.

Yer gök bisikletli, biraz dalgınsanız araba değil bir bisikletin altında kalma olasılığınız yüksek. Öncelik tamamen bisikletlilere verilmiş, yaya 2.sırada. Yalnız şöyle bir paradoks var; herkesin bisikleti olduğu için, kiralık bisiklet bulmak neredeyse imkansız.
Bisiklet hırsızlığı, şehrin en güzide ata sporu. Konuştuğumuz herkes, en az 3 bisiklet çaldırmış. Satın alırken 2.el, en renksiz ve en göze batmayanını almaya çalışıyorlar. Sportif amaçla pro-bike kullanımı çok yok, bisiklet tamamen bir ulaşım aracı.

Şehrin bir bölümünde Türkçe benzeri bir dil kullanarak hayatta kalmak mümkün. Ama insan, o hayatta kalmak ister mi emin olamıyoruz.

Geleneksel yöntemlerle beslenmek pek mümkün değil, hem gereksiz pahalı hem de çok fazla alternatif yok. Sabah kahvaltısı, bir çok Avrupa ülkesindeki gibi neredeyse yok. Hollandalılar öğle yemeklerini, yanlarındaki sefer tasları ile çözüyorlar. Bir diğer çözümleri ise Hollanda mutfağının vazgeçilmezi olan sandwich. Akşam yemeği ise kesinlikle ciddi alınan bir öğün değil, peynir ya da salata kime yetmez değil mi?

Marketler vejetaryenler için cennet. Reyonlar dolusu seçenek, hızlı yemek çözümleri, yemeklik malzemeler v.s.

Bir  şehri hissetmenin en güzel yolu, halkının davranışlarına uyum göstermek. Direnç gösteren daima mutsuz olur. Madem ki yöntem böyle, adapte olmak gerekli. Zaten ne demiş Darwin: En güçlü olan değil, en iyi adapte olan hayatta kalacak J

Den Haag’ın iki ana bölümü var, şehir bölümü ve sayfiye bölümü.
Biz ikinci bölümü çok daha fazla sevdik.
Şehre 15 dk mesafede, yanyana dizilmiş küçük küçük evler hayal edin. Önlerinde 11km uzunluğunda gerçekten kocaman bir kumsal. Kumsalda geniş aralıklarla kondurulmuş ahşap barlar. Sonrası ise tabii ki göz alabildiğine okyanus.

Okyanus, tuhaf bir şekilde etkileyici olmuştur bizim için. Deniz gibi değil, daha fazlası. Deniz tutsak sanki, en azından bir yere ait. Okyanus, hep gitmek gibi…  Daha bilinmez, daha korkutucu, daha çekici…
Hava da yardımcı oldu bu ruh halimize, yağmursuz ama olabildiğince serin. Tüm kumsal bize ait gibi. Bir de ergen gücüne sahip küçük bir grup var. Soğuk yalnızca bize soğuk J

Okyanusta yüzecek kadar olmasa da bize de iyi gelen bir soğuk, özellikle Paris’te 35 derecede geçen 10 günden sonra. Gidenler bilir, Paris’te pek klima bulunmaz, çoğu yerde vantilatör bile yoktur. Gece uyumak için ayaklara ıslak havlu sardıktan sonra, her türlü serinlik kabulümüzdür.

Dünyanın eğik eksenine sağlık, güneşin batışı 22.30. Alabildiğine kumsal, okyanus ve bitmeyen bir günbatımı!






Diğer durağımız Rotterdam. 

Şehircilik örneklerinden biri. İkinci dünya savaşının yıkıcılığından sonra belediyenin aldığı dahiyane karar: Dünya çapında tüm mimarlara kendini ispatlama şansının verilmesi! Ve sonuç, mimari olarak çığır açan bir şehir. 

Dikine mimari ile yeşil alanların uyumu. İş merkezleri ve yaşam alanlarının iyi bir planlamayla birbirine entegre edilmesi.

Benzer şeylere sadece birer cümle:
Bisiklet: tabii ki.


Türk popülasyonu; olmazsa olmaz.
Ot v.s.: Amsterdam kadar olmasa da, hemen hemen her parkta. (İpek’in alerjisi sebebiyle koşarak kaçıyoruz, yoksa teleskop balığı oluyor.)

Mimarinin, yaşadığımız hayata doğrudan etkili olduğunu kanıtlar nitelikte bir şehir.
Her şehir, zamanla içinde yaşayanların hayatını belirlemeye başlar. Kimi griye boğar delirtir, kimi yaşayanı sıradan hissettirerek bezdirir, kimi kendini bir şey zannettirerek yoldan çıkarır, kimi sahte özgürlükler vererek kontrol edilmesini kolaylaştırır.


Rotterdam; verimli olması beklenen bir halk için tasarlanmış bir şehir. Aklını özgür tutacak kadar yenilikçi, özgür hissedecek kadar ferah, sınırlarını hatırlatacak kadar düzenli. Seni dinlendirecek kadar sakin, kötü elektriğini atabilecek kadar enerjik. Para kazanma motivasyonu verecek kadar ihtişamlı ve pahalı; herhangi bir kuzey ülkesi kadar, bireysel ve yalnız.

Yine aynı fikirdeyiz, yaşaması değil gelip geçmesi güzel.





Hollanda’da son durağımız Delft. Meraklısı olanların porselenleriyle tanıdığı şehir.


Prototip bir şehir; Dutch mimarisi evler, küçük kanallar, çiçekli köprüler, merkez kilise, meydanda pazar yeri, küçük kafeler…

Mini mini bir şehir; porselen ve mikrobiyoloji konusunda dünyaya etkileri büyük olmuş.
İlginç bir şekilde, çılgınca turistik olmaktan kendini koruyabilmiş.



Peki nedir Hollanda gezisinin bilançosu: 

Binbir zahmetle kurulmuş; hatta birçok kez türlü sebeplerden yıkılmasıyla tekrar kurulmak zorunda kalan şehirler.

Ülkenin tamamının deniz seviyesinin altında olması sebebiyle, devletin şehirleri korumak için çözümler araması ve bunu itina ile vergilendirmesi.

Bazen klasik, bazen modern, bazen postmodern şehir mimarisinin en güzel örnekleri.

Birçok konudaki sınırsız özgürlüğe karşın, temizlik konusunda büyük cezalandırmalarla bilinç altına kazınmış temizlik alışkanlığı.

Karayollarının kasıtlı olarak kötü tutulmasıyla, halkın başka ulaşım araçlarına yönlendirilmesi.


Aklımızın bir köşesindekiler: Sahip olunan refahın, dünyanın geri kalanının sefaletine bağlı olduğu ve verilmiş özgürlükle, kazanılmış özgürlük arasındaki fark tabii ki.



Hollanda gezimizde, Amsterdam yok. Yıllar önce tecrübe etmiştik kendisini. Bir karşılaşmamızda anlatırız başımızdan geçenleri: Bir hafta boyunca sokak sokak gezişimizi, gay pride'a denk gelişimizi, İpek'in alerjiden geldiği hali, olaylar olaylar yani...



Yolculuğumuzun devamı Brüksel'da. Önceden köşe bucak gezmiş olmamıza rağmen, neden mi yeniden Belçika?

O da bir sonraki yazımızda :)

Celipe'nin Tatili - 1. Bölüm: Paris


Takip edenler bilir; Celipe, geçtiğimiz bir ayı seyahatler ile geçirdi. Bilmeyenler de şimdi öğrenmiş oldular. Sonunda dönüp dolaşıp Tivat’ımıza ve yeni evimize kavuştuk. Yeni ev ve onun maceraları başka bir yazının konusu. Yeni bisiklet ve onun maceraları ise bambaşka bir yazıyı bekleyecek. Bu sefer size, bir aylık seyahat boyunca başımıza gelenleri ve çıkarsamalarımızı anlatmaya çalışacağız. 

Buyrun o halde:

Amaç neydi de kendimizi 1ay yollara vurduk?



En büyük amaç, tabii ki Rammstein konseri idi. Daha doğrusu her şey, satışa çıktıktan 1dk sonra tüm dünya genelininde tükenen bilet alma savaşında, İpek’in mucize eseri bilet alabilmesiyle başladı. Tarih yaz ortası, yer de Paris olunca, plan kar topu gibi büyüdü haliyle.


Paris’e ilk gidişlerimizde; en büyüğünden en kıyıda köşede kalmış olanına, tüm müze ve ören yerlerini tavaf etmiş olduğumuzdan, bu yolculuğumuzu arkadaşlarımıza adamaya karar verdik  ve onlarla beraber Paris’in farklı noktalarında şehrin tadını çıkarmaya tabii ki.


Zaman içerisinde, gezilerimizden şunu öğrendik; bir şehir (özellikle bir büyük şehir), sen orada gelip geçici isen, büyülü bir hal alabiliyor. Turist isen demiyorum, yanlış anlaşılmasın, turist başka bir şey. Turist: Fotoğraf makinesinin arkasından dünyaya bakan, genelde her yere yetişmek için acelesi olan, en önemli yapıya bir selfilik vakit ayıran, genelde kendi ülkesinden insanlarla beraber yabancı bir ülkede sürü halinde hareket etmekten hoşlanan, tuhaf bir tür aslında. (Tabii ki istisnaların kalbi kırılmasın) Neyse konumuza dönelim.



Yaşadığın şehir, dünyanın en güzel köşesi bile olsa zamanla zorunluluklar içermeye başlıyor. Sokaklar; içinde yaşanan yerler olmaktan vazgeçip, içinden geçip gidilen yerler halini alıyor.


En güzel yapı, senin için aktarma yapman gereken metro durağının adı haline geliyor. Arkadaşlar işlerinde güçlerinde, yapılması gerekenler önde sen arkada, koşurmacalı ve başın önde bir duruma geliyor hayat.


Ama gelip geçiciysen durum başka; her sokak senin, zaman mefhumun yok, yapılması gerekenler bekleyebilir, arkadaşların sürekli yanında, her etkinlik için farklı farklı planların var. Tek yorgunluğun yürümekten ayaklarının tükenmiş olması ama çözüm bir apéro kadar yakında...

İşte tam da böyle oldu Paris bizim için. Özlediğimiz arkadaşlarla paylaşılan zamanlar. Yaşananları güncelleme durumu. Değişen simaların farkına varırken, değişmeyen hayat ortaklıklarına sığınıp kendini yeniden güvende hissetme hali. Tekrar anlamak ve anlaşılmak. 



Doğru söylediğine inandırmak için çabalamamak, inanmak için vakte ihtiyacının kalmaması. 

Olduğun gibi olmak, olduğu gibi bulmak. Özetle tekrar kendin olmak. 

Üstelik insanlarla beraber, anları paylaşmak için en doğru şehirde yapmak bunu...






Paris’teki son günümüz, tabii ki Rammstein günü. Şunu söyleyerek başlamalıyım belki; bu güne kadar yaklaşık 2000 tane gösteri (konser, tiyatro, dans, bienal v.s) yapmışımdır, bir o kadarını da izlemeye gitmişimdir. Ama sadece 3 kez bilet alıp yalnızca seyirci olarak bulundum bir yerlerde. Yani özetle, yalnızca seyirci olmayı pek bilmiyormuşum aslında. Örneğin seyirci ne zaman kapıya gider hiç fikrim olmadığı için 4 saat kadar güneş altında bekledik J Ya da mesela, gaza gelip sahne önüne çok yakın olduğumuz için pogocular arasında kaldık bir müddet. 



Ama detayları boşverip konsere gelecek olursak; yaşadığımız en komplike görsel sanat deneyimiydi diyebiliriz.  Ses, müzik, koreografi, atmosfer, ateş, fireworks... Her şey inanılmaz bir uyum içerisindeydi. 

Konser değil daha çok bir dine kabul ayini gibiydi. Dinin lideri sahneden, dünyanın dört bir köşesinden toplanıp gelmiş müritlerini, itinayla takdis etti. Anlatmakla olacak gibi değil, görsel sanatlara ilgisi olan biri, hayatında bir kere mutlaka tecrübe etmeli.


Gelelim özetlere; Paris’te

Nelere şaşırdık?


İlk olarak şehrin kimlik değiştiriyor olması bizi şaşırttı. Çok uzun süre sanatın ve bohemliğin merkezi kabul edildikten sonra, yeni jenerasyon Parisliler bu ünvandan sıkılmış gibi. Şehir, tüm dünyada yükselen sportif akıma ayak uydurmaya karar vermiş. 
Tüm şehirde neredeyse her sokakta yapılan bisiklet yolu çalışmaları bunun en görünen örneği. Şehir; her köşesinde sporla uğraşan insanlarla dolmuş, koşanlar, pilates yapanlar, toplu yogacılar, amatör spor buluşanları v.s.

İkinci sürpriz yaşam alanlarından geldi. Paris’in bazı dış arrondissementlarında yeni binalar yapılmış, bir kısmı hala yapılmakta. Alışılagelmiş yerel mimariden epeyce farklı, Türkiye’de türemiş bulunan rezidans yapılara daha benzer. Belki Türk müteahhitlerin  parmağı vardır, araştırmadık. Blog yapılar, geniş daireler, geniş balkonlar v.s. Farklı bir kültürün ürünü, eklektik, bir miktar yapay ama çirkin değil en azından.


Yeni trenler ve tren hatları eklenmiş, tertemiz, hiçbir tarafı kırık değil. Birileri “kırık pencere” teorisini okumuş sanki.  

Her yerde, genç yaşlı, çocuk büyük, kadın erkek, vızır vızır trotinet J Hayatı kolaylaştıran bir taşıt. Keyifli. Ama her yerde. Yaya mı, bisiklet mi, araç mı belli değil. Hızlı, motorlu, zaman zaman tehlikeli. Hem kendine hem çevresine. Seveni kadar nefret edeni de oluşmuş. Biz henüz kararsızız.  

Paris’te İngilizce konuşuluyor. Hem de gayet anlaşılabilir bir aksanla. Gençlik yeni bir tavır getirmiş. Çok da güzel olmuş. Paris’te yalnızca 1 gün geçirip “Ay bu Fransızlar da çok kaba, hiç İngilizce konuşmuyorlar” tayfası, kendine yeni bahaneler bulmak zorunda kalacak. Hem talep halinde İngilizce konuşuluyor, hem de çalışanların neredeyse hepsi çok kibar. Kabalıkta ısrarcı eski jenarasyonun temsilcileri yok değil ama artık azınlıktalar.


Nelere hiç şaşırmadık?

Bitip tükenmeyen turist kalabalığına. Her milletten, kesintisiz, her yerde. Ne zaman nerede kalabalıklaşacaklarının  tüyosuna sahipsen yolun hiç kesişmez, mis.

Tıklım tıkış, çiş kokulu metrolar... Hiçbir değişiklik yok, tıpkı bıraktığınız gibi...

Bir takım müzeler hala para kazanma kapısı olarak kullanılıyor. Mona Lisa ile selfi 20 euro J



En çok neleri özlemişiz?



Tabii ki en çok arkadaşlarımızı. Arkadaşlarımızla beraberkenki kendimizi. 

Nehir kenarında, köprü üstünde, parkta, bahçede, şurada, burada, her yerde apéroyu. 

Bir süreliğine de olsa büyük şehrin nabzını.

Çok ulusluluğun, özellikle festival zamanlarda yarattığı, müthiş kaosu.

İyi müziği, iyi bir sahnede, iyi bir ses ve ışık sisteminde hissetmeyi.


Sonraki yazı yolculuğun devamı üzerine; Celipe Hollanda'da!!!