Son Durumlar


Celipe’den, kısa bir ara sonrası tekrar merhaba!

Blogumuzu ihmal ettik bir süre, özür dileriz; blogumuzdan ve sizlerden.
Ama kabul edin, siz de bizi ihmal ettiniz. Biz sessiz kalınca, anlatmadınız kendi hikayelerinizi.

Hayatta kalma çabası, hayatı ıskalatıyor bazen.

Neden yazdığını unutuyor insan. Bazen yalnızca kendisi için yazması gerekir, hatırlamak için.

Bazen tanıyıp sevdiğine el uzatmak, onu hayatta tutmak için. Bazen hiç tanımadığıyla tanışmak, becerebilirse hayatına katmak için.

Blog tuhaf bir şey, belki alışamadık hala. Kitap yazmak gibi değil, daha çok konuşmak gibi. Etkileşim olmayınca, boş kuyuya haykırıyormuş gibi hissediyor insan. Sonra, neyse ki aklımıza geliyor: Popüler olmaktansa gerçekten anlayan bir kişiye ulaşmak, her zaman daha değerli.

“Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.” diyor Oğuz Atay.
Bizimki de, naçizane bunun kaygısı belki.

Her maceranın belli evreleri oluyor hayatta. Uzaktan bakınca, kalp grafiğiyle sinus eğrisi arası bir görüntü. Montenegro öykümüzün tamamını paylaşmaya çalıştık, aslında özeti şöyle:
Bir ülkeyi bırakıp başka bir ülkeye geldik.
Bir ülkeyi bırakıp başka bir ülkeye gelen herkesi kendimiz gibi zannettik.
Öyle olmadıklarını kırılarak öğrendik.
 Kendi çabamızla bir Cassandra Laneti edinmeyi başardık.
Artık göz göre göre yapılan dolandırıcılıkları da anlatmaktan usanır hale geldik.  
Bedava peynir, fare kapanında olur demekten dilimizde tüy bitti.
Kimin ne sahtekarlık yaptığını söylemekten hiç gocunmadık, sonuçta terazi tutmasını Can Yücel’den öğrenmiştik. Ama bu bile bize farklı şekilde geri döndü. İçinde kötülük barındıran herkese, adres göstermiş olduk. Anlattıklarımıza hak verir gibi yapan herkes, bir menfaat görür görmez paranın peşine gitti. Bir musibet topağı haline geldiler ki, sormayın gitsin.

Neyse, bataklığa saplanmayalım. Bu durum bizi yeteri kadar boğuyor, bir de sizi maruz bırakmayalım.


Montenegro macerasının bu dönemi böyle işte.
İnsanlarla beraber, büyük hayalleri gerçeğe çevirmek istedik. Birileri engellemezse, yeni başlangıçlar yapmak isteyen insanlarla yerel insanlar buluşur, hayaller gerçek olur diye düşünüyorduk.

Meğer asıl sorun, kimsenin yeni temiz bir başlangıç hayal etmemesiymiş.

Bir misafirimiz şöyle demişti:
“Kimse aslında kötülükten kaçmıyor; yaşadığı yerin kurnazlığına yetişemiyor,  küçük yerin büyük kurnazı olmak için geliyor.”

İlk geldiğimiz sene,  yerel insanların hayata, adalete, paraya dair söylediklerini hatırlıyorum şimdi. Hayal kurmak için ne güzel bir başlangıç sağlamışlardı. Tüm söylemlerin euro karşısında değer kaybettiğini görmek,  trajik olmaktan daha fazla komik.



ÖZETLE SON DURUM ŞÖYLE:

İşler devam ediyor:   
Emlak & danışmanlık ile hizmetinizdeyiz.
Butik turlar sürüyor, beraber planlayalım, beraber gezelim.
İpek’in özel dersleri tüm hızıyla sürüyor.
Benim yazarlık & tasarım faaliyetlerim devam ediyor.

Daha fazla kendimize yöneldik:
Okuyoruz, yazıyoruz, izliyoruz, dinliyoruz.
Spor yapıyoruz.
Yoga yapıyoruz.
Bisiklete biniyoruz.
Mikro tarım faaliyetlerindeyiz, (en azından kendimize yetecek kadarını bahçemizde yetiştirmeye çabalıyoruz.) J



PEKİ NE OLACAK?

Biz iki kişilik çabalamamıza devam edeceğiz. Hiç çoğalamama ihtimalinin bilincinde olarak.
Zaten yola çıkarken göze aldığımız risklerden biri de buydu.

Yapılabilecek onlarca proje, kurulabilecek ilişkiler yok mu? Tabii ki var. Ama onu da, gerçekten elini taşın altına koymak isteyenler belirleyecek.
“Siz bir şeylere başlayın, olur gibi olursa ben de gelirim” maalesef artık kabul edilebilir bir cümle değil.

O zaman son söz Wittgenstein’dan gelsin:
“Başkalarına, senin için ifade ettiğinden daha fazla bir sey ifade edemez. Sana neye mal olmuşsa, onlar da o kadar ödeyecekler.”

Daha mutlu yazılarda görüşmek üzere…


Celipe'nin Tatili 3. Bölüm: Brüksel


Brüksel’e tekrar gelişimizin sebebi: TOUR DE FRANCE

Yıllar önce Eurosport spikerleri Caner Eler, Sarper Günsal ve Berkem Ceylan dinleyerek edinilen bisiklet yarışı sevgisi.

Fransa Bisiklet Turu’nun ilk 2 etabının Belçika'da yapılıyor olması.
Bizim o tarihlerde yakınlarda oluşumuz...
Tabii ki tüm bunların bileşkesiyle çılgın bir yarış hafta sonu.

Tabii ki yarışı hiç riske atmamak ve bir şehre de haksızlık yapmamak gerektiğini düşündüğümüzden bir gün erken geldik Brüksel'e.



Brüksel hatırladığımız gibi, hatta hatırladığımızdan daha beter halde gibiydi maalesef.

Baştan sona bir göçmen şehri olmuş. Yanlış anlaşılmasın, mesele göçmen olmakta değil. İsteyen dünyanın istediği köşesinde yaşayabilmeli tabii ki. Hatta sınırları kaldırıversek, sorun toptan çözülüverse. Asıl sorun, göçtüğün yerde ayrıkotu gibi yaşamaya ısrar etmekte. Kaynaşmamakta, etkilememekte ve etkilenmemekte. Yapış yapış bir faydacılık ideolojisini sahiplenmekte. İşine gelince muhafazakar görünüp, işine gelince sözde özgürlükler talep etmekte. Hem sosyal yapıya adapte olmayayım, hem işsizlik ve çocuk yardımı alayım diyen zihniyette. Hem şovenistçe canım memleketim, canım iktidarım propagandası yapıp, çocuklarını Belçika vatandaşı olarak kaydettirmekte hiçbir beis görmemekte.


Belçika için diğer şehirlerden farklı olan durum ise şu; bu zihniyeti, oraya göçmüş bulunan birçok halkın taşıması. Uyum içerisinde, geliştirici bir kozmopolit olmaktan uzak; eklektik ve yıkmak üzerine kurulmuş uluslararası bir koalisyon gibi.

Neyse bu kadar karamsarlık yeter. İlk günün güzel tarafları; şehri köşe bucak dolduran bisiklet sevdalıları ve tabii ki Belçika Biraları!!! Renk renk, çeşit çeşit, türlü türlü, anlatmakla bitmez, içmekle tükenmez J Aslında en akıllıca olanı, dört yıllık bir üniversiteye kayıt yaptıracaksın, sonra a harfinden başlayacaksın. J

Ertesi gün yarış günü: (Birkaç paragraf bisiklet meraklıları için, meraksızlar son paragrafa geçebilir.) İlk etap sprint etabı. Şehir içinde başlayıp şehir içinde bitiyor. Start Place Royale’de.  Tahminimizce bir milyon kişi filan var. Seyirci başlangıcı için yol kenarında güzel bir yer kapıyoruz. Chris Froome, maalesef bu yarışta yok, biraz boynumuz bükük. Acil şifalar diliyoruz. Ama bisiklet sporu, zevk almak için illa ki taraf tutmanın gerekmediğini öğretti bize. İnanılmaz bir ruh hali, anlayabilmek için bile emek vermek gerek. Kazanmak, kaybetmek, fedakarlık, destek, çalışma, şans… Hiç kazanmayacağını bilerek denemek, kimse anlam veremese de kaçışa girmek, kazanmayı beceremesen de güzel kaybedebilmeyi öğrenmek.

Tabii ki önümüzden geçiveriyorlar 15sn’de. Tüm bekleyiş bunun için mi? Evet, tam da bunun için ve hayır, zamanla kazanılan çok çok daha fazlası için.

Gün içinde vakit geçirip akşam üzeri finiş yerine koşuyoruz. Finiş Parc Royal’de. En az start kadar kalabalık. Her yerde müzik çalıyor, hazırlıklı gelenler içeceklerini içiyor, hediye dağıtan tur araçları geçiyor. Sonra yarış geliyor, önce sprinterlar, sonra peloton. (Mike TEUNISSEN kazanıyor.)

Diğer gün takım zamana karşı.

Yol biskletinin Tron’a en fazla yaklaştığı nokta. İzlemek için bu sefer Woluwe-Saint-Pierre’i seçiyoruz. Hem sıcak bir günde beklemek için ideal kocaman bir park var, diğer sebep ise bisiklet efsanesi Eddy Merckx’in büyüdüğü yer olması. 
Bu sefer 5dk’da bir, takım takım geçiyorlar. Tüm güne yayılan bir etkinlik gibi. Ömürde bir kere parçası olmak güzel. Televizyondan anlatıcı dostlarımızla turu paylaşmak, tabii ki bambaşka keyifli. (TEAM JUMBO - VISMA kazanıyor).


Belçika'ya dair son birkaç söz etmek gerekirse;
tuhaf bir yer vesselam. Yıllar boyu gevşek tutulan göçmen politikaları, buna karşı yükselen milliyetçilik dalgası, göstermelik adaptasyon-asimilasyon politikaları, zerre değişmemekte kararlı mülteciler, doğu kurnazlığının batı iki yüzlülüğü ile 25 rountluk dev mücadelesi. 

Sonuç, herkesin kaybettiği bir savaş. Estetiğin yok olması. Sosyal devlet idealinin çöküşü. Sartrevari bir cehennem.
Ama bir taraftan rahibi bile bira yapıyor, öyle kaçak rakı gibi de değil üstelik, dünya klasmanında. 

Her şeye rağmen, her dakikası güzeldi. Her şeye rağmen, çok önemli bir sebep olmazsa bir daha gitmeyiz zannımızca :) .

Bir sonraki yazımız yeniden Fransa'da; 
Celipe'nin Lille maceralarında görüşmek üzere..





Celipe’nin Tatili: 2.Bölüm: Hollanda


İstikamet Hollanda, gerçek hızlı tren sağolsun, 450 km = 2 buçuk saat! Celipe’nin yeni yerler görme zamanı. Tabii ki arkadaş ziyaretlerine devam.

İlk durak Den Haag. Bizim oralarda Lahey diye bilinir kendisi.
Küçük bir yerleşim; bir bölümünü yönetim binaları ve bürokrasi kaplamış ama kasvetli bir yer kesinlikle değil.

Her yer yürüme mesafesi; biz hala şehir keşiflerinin yürüyerek yapılmasına inananlardanız ve günlük ortalama yürüyüş mesafemiz 15km kadardır J. İsabet; ulaşım çok pahalı.

Yer gök bisikletli, biraz dalgınsanız araba değil bir bisikletin altında kalma olasılığınız yüksek. Öncelik tamamen bisikletlilere verilmiş, yaya 2.sırada. Yalnız şöyle bir paradoks var; herkesin bisikleti olduğu için, kiralık bisiklet bulmak neredeyse imkansız.
Bisiklet hırsızlığı, şehrin en güzide ata sporu. Konuştuğumuz herkes, en az 3 bisiklet çaldırmış. Satın alırken 2.el, en renksiz ve en göze batmayanını almaya çalışıyorlar. Sportif amaçla pro-bike kullanımı çok yok, bisiklet tamamen bir ulaşım aracı.

Şehrin bir bölümünde Türkçe benzeri bir dil kullanarak hayatta kalmak mümkün. Ama insan, o hayatta kalmak ister mi emin olamıyoruz.

Geleneksel yöntemlerle beslenmek pek mümkün değil, hem gereksiz pahalı hem de çok fazla alternatif yok. Sabah kahvaltısı, bir çok Avrupa ülkesindeki gibi neredeyse yok. Hollandalılar öğle yemeklerini, yanlarındaki sefer tasları ile çözüyorlar. Bir diğer çözümleri ise Hollanda mutfağının vazgeçilmezi olan sandwich. Akşam yemeği ise kesinlikle ciddi alınan bir öğün değil, peynir ya da salata kime yetmez değil mi?

Marketler vejetaryenler için cennet. Reyonlar dolusu seçenek, hızlı yemek çözümleri, yemeklik malzemeler v.s.

Bir  şehri hissetmenin en güzel yolu, halkının davranışlarına uyum göstermek. Direnç gösteren daima mutsuz olur. Madem ki yöntem böyle, adapte olmak gerekli. Zaten ne demiş Darwin: En güçlü olan değil, en iyi adapte olan hayatta kalacak J

Den Haag’ın iki ana bölümü var, şehir bölümü ve sayfiye bölümü.
Biz ikinci bölümü çok daha fazla sevdik.
Şehre 15 dk mesafede, yanyana dizilmiş küçük küçük evler hayal edin. Önlerinde 11km uzunluğunda gerçekten kocaman bir kumsal. Kumsalda geniş aralıklarla kondurulmuş ahşap barlar. Sonrası ise tabii ki göz alabildiğine okyanus.

Okyanus, tuhaf bir şekilde etkileyici olmuştur bizim için. Deniz gibi değil, daha fazlası. Deniz tutsak sanki, en azından bir yere ait. Okyanus, hep gitmek gibi…  Daha bilinmez, daha korkutucu, daha çekici…
Hava da yardımcı oldu bu ruh halimize, yağmursuz ama olabildiğince serin. Tüm kumsal bize ait gibi. Bir de ergen gücüne sahip küçük bir grup var. Soğuk yalnızca bize soğuk J

Okyanusta yüzecek kadar olmasa da bize de iyi gelen bir soğuk, özellikle Paris’te 35 derecede geçen 10 günden sonra. Gidenler bilir, Paris’te pek klima bulunmaz, çoğu yerde vantilatör bile yoktur. Gece uyumak için ayaklara ıslak havlu sardıktan sonra, her türlü serinlik kabulümüzdür.

Dünyanın eğik eksenine sağlık, güneşin batışı 22.30. Alabildiğine kumsal, okyanus ve bitmeyen bir günbatımı!






Diğer durağımız Rotterdam. 

Şehircilik örneklerinden biri. İkinci dünya savaşının yıkıcılığından sonra belediyenin aldığı dahiyane karar: Dünya çapında tüm mimarlara kendini ispatlama şansının verilmesi! Ve sonuç, mimari olarak çığır açan bir şehir. 

Dikine mimari ile yeşil alanların uyumu. İş merkezleri ve yaşam alanlarının iyi bir planlamayla birbirine entegre edilmesi.

Benzer şeylere sadece birer cümle:
Bisiklet: tabii ki.


Türk popülasyonu; olmazsa olmaz.
Ot v.s.: Amsterdam kadar olmasa da, hemen hemen her parkta. (İpek’in alerjisi sebebiyle koşarak kaçıyoruz, yoksa teleskop balığı oluyor.)

Mimarinin, yaşadığımız hayata doğrudan etkili olduğunu kanıtlar nitelikte bir şehir.
Her şehir, zamanla içinde yaşayanların hayatını belirlemeye başlar. Kimi griye boğar delirtir, kimi yaşayanı sıradan hissettirerek bezdirir, kimi kendini bir şey zannettirerek yoldan çıkarır, kimi sahte özgürlükler vererek kontrol edilmesini kolaylaştırır.


Rotterdam; verimli olması beklenen bir halk için tasarlanmış bir şehir. Aklını özgür tutacak kadar yenilikçi, özgür hissedecek kadar ferah, sınırlarını hatırlatacak kadar düzenli. Seni dinlendirecek kadar sakin, kötü elektriğini atabilecek kadar enerjik. Para kazanma motivasyonu verecek kadar ihtişamlı ve pahalı; herhangi bir kuzey ülkesi kadar, bireysel ve yalnız.

Yine aynı fikirdeyiz, yaşaması değil gelip geçmesi güzel.





Hollanda’da son durağımız Delft. Meraklısı olanların porselenleriyle tanıdığı şehir.


Prototip bir şehir; Dutch mimarisi evler, küçük kanallar, çiçekli köprüler, merkez kilise, meydanda pazar yeri, küçük kafeler…

Mini mini bir şehir; porselen ve mikrobiyoloji konusunda dünyaya etkileri büyük olmuş.
İlginç bir şekilde, çılgınca turistik olmaktan kendini koruyabilmiş.



Peki nedir Hollanda gezisinin bilançosu: 

Binbir zahmetle kurulmuş; hatta birçok kez türlü sebeplerden yıkılmasıyla tekrar kurulmak zorunda kalan şehirler.

Ülkenin tamamının deniz seviyesinin altında olması sebebiyle, devletin şehirleri korumak için çözümler araması ve bunu itina ile vergilendirmesi.

Bazen klasik, bazen modern, bazen postmodern şehir mimarisinin en güzel örnekleri.

Birçok konudaki sınırsız özgürlüğe karşın, temizlik konusunda büyük cezalandırmalarla bilinç altına kazınmış temizlik alışkanlığı.

Karayollarının kasıtlı olarak kötü tutulmasıyla, halkın başka ulaşım araçlarına yönlendirilmesi.


Aklımızın bir köşesindekiler: Sahip olunan refahın, dünyanın geri kalanının sefaletine bağlı olduğu ve verilmiş özgürlükle, kazanılmış özgürlük arasındaki fark tabii ki.



Hollanda gezimizde, Amsterdam yok. Yıllar önce tecrübe etmiştik kendisini. Bir karşılaşmamızda anlatırız başımızdan geçenleri: Bir hafta boyunca sokak sokak gezişimizi, gay pride'a denk gelişimizi, İpek'in alerjiden geldiği hali, olaylar olaylar yani...



Yolculuğumuzun devamı Brüksel'da. Önceden köşe bucak gezmiş olmamıza rağmen, neden mi yeniden Belçika?

O da bir sonraki yazımızda :)

Celipe'nin Tatili - 1. Bölüm: Paris


Takip edenler bilir; Celipe, geçtiğimiz bir ayı seyahatler ile geçirdi. Bilmeyenler de şimdi öğrenmiş oldular. Sonunda dönüp dolaşıp Tivat’ımıza ve yeni evimize kavuştuk. Yeni ev ve onun maceraları başka bir yazının konusu. Yeni bisiklet ve onun maceraları ise bambaşka bir yazıyı bekleyecek. Bu sefer size, bir aylık seyahat boyunca başımıza gelenleri ve çıkarsamalarımızı anlatmaya çalışacağız. 

Buyrun o halde:

Amaç neydi de kendimizi 1ay yollara vurduk?



En büyük amaç, tabii ki Rammstein konseri idi. Daha doğrusu her şey, satışa çıktıktan 1dk sonra tüm dünya genelininde tükenen bilet alma savaşında, İpek’in mucize eseri bilet alabilmesiyle başladı. Tarih yaz ortası, yer de Paris olunca, plan kar topu gibi büyüdü haliyle.


Paris’e ilk gidişlerimizde; en büyüğünden en kıyıda köşede kalmış olanına, tüm müze ve ören yerlerini tavaf etmiş olduğumuzdan, bu yolculuğumuzu arkadaşlarımıza adamaya karar verdik  ve onlarla beraber Paris’in farklı noktalarında şehrin tadını çıkarmaya tabii ki.


Zaman içerisinde, gezilerimizden şunu öğrendik; bir şehir (özellikle bir büyük şehir), sen orada gelip geçici isen, büyülü bir hal alabiliyor. Turist isen demiyorum, yanlış anlaşılmasın, turist başka bir şey. Turist: Fotoğraf makinesinin arkasından dünyaya bakan, genelde her yere yetişmek için acelesi olan, en önemli yapıya bir selfilik vakit ayıran, genelde kendi ülkesinden insanlarla beraber yabancı bir ülkede sürü halinde hareket etmekten hoşlanan, tuhaf bir tür aslında. (Tabii ki istisnaların kalbi kırılmasın) Neyse konumuza dönelim.



Yaşadığın şehir, dünyanın en güzel köşesi bile olsa zamanla zorunluluklar içermeye başlıyor. Sokaklar; içinde yaşanan yerler olmaktan vazgeçip, içinden geçip gidilen yerler halini alıyor.


En güzel yapı, senin için aktarma yapman gereken metro durağının adı haline geliyor. Arkadaşlar işlerinde güçlerinde, yapılması gerekenler önde sen arkada, koşurmacalı ve başın önde bir duruma geliyor hayat.


Ama gelip geçiciysen durum başka; her sokak senin, zaman mefhumun yok, yapılması gerekenler bekleyebilir, arkadaşların sürekli yanında, her etkinlik için farklı farklı planların var. Tek yorgunluğun yürümekten ayaklarının tükenmiş olması ama çözüm bir apéro kadar yakında...

İşte tam da böyle oldu Paris bizim için. Özlediğimiz arkadaşlarla paylaşılan zamanlar. Yaşananları güncelleme durumu. Değişen simaların farkına varırken, değişmeyen hayat ortaklıklarına sığınıp kendini yeniden güvende hissetme hali. Tekrar anlamak ve anlaşılmak. 



Doğru söylediğine inandırmak için çabalamamak, inanmak için vakte ihtiyacının kalmaması. 

Olduğun gibi olmak, olduğu gibi bulmak. Özetle tekrar kendin olmak. 

Üstelik insanlarla beraber, anları paylaşmak için en doğru şehirde yapmak bunu...






Paris’teki son günümüz, tabii ki Rammstein günü. Şunu söyleyerek başlamalıyım belki; bu güne kadar yaklaşık 2000 tane gösteri (konser, tiyatro, dans, bienal v.s) yapmışımdır, bir o kadarını da izlemeye gitmişimdir. Ama sadece 3 kez bilet alıp yalnızca seyirci olarak bulundum bir yerlerde. Yani özetle, yalnızca seyirci olmayı pek bilmiyormuşum aslında. Örneğin seyirci ne zaman kapıya gider hiç fikrim olmadığı için 4 saat kadar güneş altında bekledik J Ya da mesela, gaza gelip sahne önüne çok yakın olduğumuz için pogocular arasında kaldık bir müddet. 



Ama detayları boşverip konsere gelecek olursak; yaşadığımız en komplike görsel sanat deneyimiydi diyebiliriz.  Ses, müzik, koreografi, atmosfer, ateş, fireworks... Her şey inanılmaz bir uyum içerisindeydi. 

Konser değil daha çok bir dine kabul ayini gibiydi. Dinin lideri sahneden, dünyanın dört bir köşesinden toplanıp gelmiş müritlerini, itinayla takdis etti. Anlatmakla olacak gibi değil, görsel sanatlara ilgisi olan biri, hayatında bir kere mutlaka tecrübe etmeli.


Gelelim özetlere; Paris’te

Nelere şaşırdık?


İlk olarak şehrin kimlik değiştiriyor olması bizi şaşırttı. Çok uzun süre sanatın ve bohemliğin merkezi kabul edildikten sonra, yeni jenerasyon Parisliler bu ünvandan sıkılmış gibi. Şehir, tüm dünyada yükselen sportif akıma ayak uydurmaya karar vermiş. 
Tüm şehirde neredeyse her sokakta yapılan bisiklet yolu çalışmaları bunun en görünen örneği. Şehir; her köşesinde sporla uğraşan insanlarla dolmuş, koşanlar, pilates yapanlar, toplu yogacılar, amatör spor buluşanları v.s.

İkinci sürpriz yaşam alanlarından geldi. Paris’in bazı dış arrondissementlarında yeni binalar yapılmış, bir kısmı hala yapılmakta. Alışılagelmiş yerel mimariden epeyce farklı, Türkiye’de türemiş bulunan rezidans yapılara daha benzer. Belki Türk müteahhitlerin  parmağı vardır, araştırmadık. Blog yapılar, geniş daireler, geniş balkonlar v.s. Farklı bir kültürün ürünü, eklektik, bir miktar yapay ama çirkin değil en azından.


Yeni trenler ve tren hatları eklenmiş, tertemiz, hiçbir tarafı kırık değil. Birileri “kırık pencere” teorisini okumuş sanki.  

Her yerde, genç yaşlı, çocuk büyük, kadın erkek, vızır vızır trotinet J Hayatı kolaylaştıran bir taşıt. Keyifli. Ama her yerde. Yaya mı, bisiklet mi, araç mı belli değil. Hızlı, motorlu, zaman zaman tehlikeli. Hem kendine hem çevresine. Seveni kadar nefret edeni de oluşmuş. Biz henüz kararsızız.  

Paris’te İngilizce konuşuluyor. Hem de gayet anlaşılabilir bir aksanla. Gençlik yeni bir tavır getirmiş. Çok da güzel olmuş. Paris’te yalnızca 1 gün geçirip “Ay bu Fransızlar da çok kaba, hiç İngilizce konuşmuyorlar” tayfası, kendine yeni bahaneler bulmak zorunda kalacak. Hem talep halinde İngilizce konuşuluyor, hem de çalışanların neredeyse hepsi çok kibar. Kabalıkta ısrarcı eski jenarasyonun temsilcileri yok değil ama artık azınlıktalar.


Nelere hiç şaşırmadık?

Bitip tükenmeyen turist kalabalığına. Her milletten, kesintisiz, her yerde. Ne zaman nerede kalabalıklaşacaklarının  tüyosuna sahipsen yolun hiç kesişmez, mis.

Tıklım tıkış, çiş kokulu metrolar... Hiçbir değişiklik yok, tıpkı bıraktığınız gibi...

Bir takım müzeler hala para kazanma kapısı olarak kullanılıyor. Mona Lisa ile selfi 20 euro J



En çok neleri özlemişiz?



Tabii ki en çok arkadaşlarımızı. Arkadaşlarımızla beraberkenki kendimizi. 

Nehir kenarında, köprü üstünde, parkta, bahçede, şurada, burada, her yerde apéroyu. 

Bir süreliğine de olsa büyük şehrin nabzını.

Çok ulusluluğun, özellikle festival zamanlarda yarattığı, müthiş kaosu.

İyi müziği, iyi bir sahnede, iyi bir ses ve ışık sisteminde hissetmeyi.


Sonraki yazı yolculuğun devamı üzerine; Celipe Hollanda'da!!!

CELİPE Yeniden Yollara Düşüyor...


Havalar ısınıyor nihayet, gökyüzü yeniden mavi olduğunu hatırlıyor.
Koca mevsim kar altında beklemiş çiçekler açıyor vadilerde,
ağaçlar yeşile dönmeye hazırlanıyor ilk baharın gelişiyle,
deniz göz kırpıyor uzun bir ayrılığın bittiğini söyler gibi.


Kışlıklar kaldırılıyor naftalin kokulu dolaplara,
halılar kaldırılıyor kimi evlerde, balkonlar yıkanıyor,
hiç bitmeyen bahar temizlikleri devri başlıyor.
Güneşe hasret kemiklerimiz, aklımızı esir ediyor;
En sıcak öğle güneşi ilk t-shirt izimizi, ilk gözlüklü yanmamızı hediye ediyor bize.


Bahar rüzgarı aklımızı çelmeye başlıyor. 
Yeniden yolculuklar düşüyor aklımıza;  
hep erteleyip durduğumuz tatil planları,
haritada işaretlenmiş uzak diyarlar,
dilini bilmediğimiz toprak parçaları,
uçsuz bucaksız vadiler, ormanlar...





Yalnızca, yolda olmayı göze alanların bildiği yerler.
Yalnızca, yolculuk etmeyi bilenlerin anlayabildiği duygular,
Bakmak ile görmek arasındaki farkı yıllar önce öğrenen; artık, hissetmek için izin vermek gerektiğini keşfeden insanlarla beraber, yollara düşmek...
  
Celipe yollara düşüyor yeniden;

Biz, biz olmayı yollarda öğrendik.  Hep yollarda tanıdık güzel insanları, her güzel hikayeleri yollar sayesinde yaşadık.
Ne zaman yorulduk zannetsek, durup dinlenmek istesek, yerleşik olma hayallerine kapılsak; hayat hemen en hızlı cevabı verdi bize.  Durmak çürümek demekmiş, öğrendik. Akan su temiz kalırmış, durdukça bayatlarmış insan; küf, pas, toz, hep duranların başına musallat şeylermiş.


Kök salmaya çalışanların farklı doğruları varmış, kök salmak bir hakimiyet işiymiş en nihayetinde.  Koca koca halkları bile yerleşik hayata geçme sevdası tarumar etmiş.
İçimizde olmayan kavgayı vermenin anlamı yok, “onlar itişe dursun bir parça toprak için, biz yolda olalım”.

Celipe yollara düşüyor yeniden, aklını karıştıran bahar rüzgarlarına kendini bırakıyor.
Kimi zaman; dağlara derelere, kimi zaman kasabalara köylere, zaman zaman kocaman kocaman şehirlere...
Bazen yalnız, bazen yolculuk etmek isteyenlerle birlikte...
Bu sefer vaad yok, bu sefer ikna etmek yok, bu sefer pullu davetiye yok kimseye.



Yol var, yolcu gerek.
“Yol bir yere gitmez aslında, yol durur.”
Önce yolda olmayı öğrenmeli insan, sonra varmaya sıra gelir.
Asıl yolda olmaktır mesele ve her yolcu kendi hikayesini yaratır.

Yazın bize,  belki yolumuz  kesişir. Belki beraber düşeriz yollara. Tanımak şart değil, belki de yalnızca yollarda tanışmak en iyisi.   Bakalım ne hikayelerimiz olacak günün sonunda. Hangi yollar, nerelere ve kimlere kavuşturacak bizleri?


Nihayet, yeniden,
Yolculuk başlıyor,
Haydi!!!

Henüz aklınıza gelmeyen yeni iş alanları 1


KARADAĞ GÖMÜCÜLÜK

Gömücülük Bizim İşimiz


Karadağ’ı duydunuz mu? Karadağ’a olan akını anlamlandıramıyor musunuz? İşte size cevaplar:

Karadağ’ın saklı hazinelerini öğrenen herkes akın akın buraya geliyor. Dev firmalardan küçük müteahhitlere kadar herkes arazi satın alıyor. Yapılan inşaatlar ya da limanlar işin yalnızca görünen yüzü. Asıl amaçları yüzlerce yılllık KARADAĞ hazinelerine ulaşmak.


Henüz haberiniz yok mu? 
O zaman geç kalmadan teklifimizi dinleyin:








Karadağ Gömücülük olarak size bir teklifimiz var.


Adriyatik’in İncisi Karadağ’da, filmlere yakışır bir maceraya atılmaya hazır mısınız?
Hayallerinizdeki hayata ulaşmak artık daha kolay.
İşte sizler için hazırladığımız dev proje:
Gelin beraberce detaylara bakalım!

HAZİNELERLE DOLU BİR TARİH


Yüzyıllar boyu Roma ve Osmanlı gibi büyük imparatorlukların himayesinde yaşayan Karadağ, tarih boyu çok önemli devlet adamları yetiştirmiştir. İmparatorluklarda önemli mevkilerde yer alan bu devlet adamları, kişisel hazinelerini her zaman Karadağ’da gizlemiştir.

Karadağ aynı zamanda Adriyatik Korsanları'nın da ana vatanıdır. Bilindiği gibi korsanlar, büyük vurgunlar sonucu elde ettikleri ganimetleri anavatanlarına saklarlar.  Tahminlere göre, 3500’ün üzerinde korsan hazinesi yıllardır bulunmayı beklemektedir.

COĞRAFİ MUCİZE

Adındanda anlaşılacağı gibi Karadağ, aşırı dağlık bir ülkedir. Bu dağlık yapısı, tarih boyu hazinelerin saklanmasında en gözde mekan haline gelmesini sağlamıştır. Ulaşımın zorluğu ve nüfusun azlığı hazinelerin bugüne kalmasındaki en büyük etkendir.
Bir diğer mucize ise deniz dibinde saklıdır. Yüzyıllar boyu birçok deniz savaşına sahne olan Karadağ koyları, batık gemilerinin içinde bir çok hazineye ev sahipliği yapmaktadır.


NEDEN ŞİMDİ?
İstanbul Yenikapı’da yapılan arkeolojik kazılarda çok eski dönemlere ait birçok kalıntının yanında, çok önemli define haritalarına da rastlanmıştır. Özellikle Osmanlı Vezir-i azamlarının kişisel hazinelerinin yerlerini gösteren haritalar, en değerli harita parçalarıdır. Bu haritaların keşfi sonrası, şifrelerinin yavaş yavaş çözülüyor olması Karadağ’ın değerini gözler önüne sermiştir.


NEDEN BİZİMLE ÇALIŞMALISINIZ?
Bilindiği gibi hazine haritaları tarih boyu bir takım şifrelerle korunmuştur.  Şifreyi çözmek bile, bazen hazineyi bulmak için yeterli olmamaktadır. Haritanın tarif ettiği coğrafyayı tanımak da bir o kadar önem taşımaktadır. Yerel dile hakim olmak tabii ki bir diğer önemli başlıktır. En önemlisi de yabancı topraklarda bulunan hazinenin hukuki durumudur.
Tüm bu konular gözünüzü korkutmasın.  
Neyse ki sizlere yardımcı olmak için KARADAĞ GÖMÜCÜLÜK var.

BİZ KİMİZ?
Mimari, mühendislik, tarih, arkeoloji, hukuk ve dış ticaret konularında uzmanlaşmış bir ekibin oluşturduğu bir yapıdır KARADAĞ GÖMÜCÜLÜK.


Alanında uzman kadromuz ile define bulmak artık çok kolay!!!




Göbeklitepe’yi  ve Phaselis Antik Kenti’ni biz bulduk!!!







Gömücülükte 40 yılllık tecrübe.

HİZMETLERİMİZ
Her bütçeye uygun yatırım imkanı.


Gömü barındırması muhtemel arazilerin keşfi


Yerel satıcılardan uygun fiyatlı arsa satın alımı


Her bütçeye uygun define haritası temini


Ünlü Malezya markası Zokimo’nun ürettiği son teknoloji gömü bulma cihazları kiralama


Gömü işlemleri için kazı makinesi ve  tecrübeli kazı işçisi tedariki


Gömü bulunma sürecinde hukuki destek


Bulunan hazinenin içeriğine uygun satış aracılığı



En gelişmiş su altı sonar maden arama aparatları kiralama


Tam teşekküllü define arama tekneleri satışı


Gömü bulunduktan sonra, arazilerin mütahitlere satışında aracılık



BİR DE HAZİNE BULANLARI DİNLEYELİM:


Ozan Hepbulur: KARADAĞ GÖMÜCÜLÜK’e ne kadar teşekkür etsek azdır. Uygun fiyatlı arsa ve haritalarla bize hayatımızın fırsatını tanıdılar. Siz de gelin, kısmetinizdeki hazineleri kaçırmayın.





Sevim Tokgöz: Ben yıllardır tanırım kendilerini. Artık aile gibi olduk. Ülkemizde de birçok hazineyi onlar sayesinde bulduk. Şimdi KARADAĞ dediklerinde, hemen katıldım, karlı çıktım.





Ayşegül Batık: Karadağ Gömücülük ile tanışmak hayatımızı değiştirdi. Boşuna ev almakla, şirket kurmakla uğraşmayın. Tek atışta hedefi 12'den vurun! Ecdadımızın hazinelerini gavur ellerde bırakmayın. Fırsatı kaçırmayın, üzülürsünüz. 






Geç kalmayın!
Detaylar için hemen bizi arayın.

Karadağ Gömücülük, Define Hizmetleri, Su Altı Arama Ltd.Şti.


İlk arayan 100 kişiye hediyemiz:
Yerel halk hikayeleri ile derlenmiş 4 ciltlik korsan maceraları atlası
ve 
Osmanlı Vezirleri Ansiklopedisi!!!


(Umarız gerçek olmaz)