Celipe'nin Tatili - 1. Bölüm: Paris


Takip edenler bilir; Celipe, geçtiğimiz bir ayı seyahatler ile geçirdi. Bilmeyenler de şimdi öğrenmiş oldular. Sonunda dönüp dolaşıp Tivat’ımıza ve yeni evimize kavuştuk. Yeni ev ve onun maceraları başka bir yazının konusu. Yeni bisiklet ve onun maceraları ise bambaşka bir yazıyı bekleyecek. Bu sefer size, bir aylık seyahat boyunca başımıza gelenleri ve çıkarsamalarımızı anlatmaya çalışacağız. 

Buyrun o halde:

Amaç neydi de kendimizi 1ay yollara vurduk?



En büyük amaç, tabii ki Rammstein konseri idi. Daha doğrusu her şey, satışa çıktıktan 1dk sonra tüm dünya genelininde tükenen bilet alma savaşında, İpek’in mucize eseri bilet alabilmesiyle başladı. Tarih yaz ortası, yer de Paris olunca, plan kar topu gibi büyüdü haliyle.


Paris’e ilk gidişlerimizde; en büyüğünden en kıyıda köşede kalmış olanına, tüm müze ve ören yerlerini tavaf etmiş olduğumuzdan, bu yolculuğumuzu arkadaşlarımıza adamaya karar verdik  ve onlarla beraber Paris’in farklı noktalarında şehrin tadını çıkarmaya tabii ki.


Zaman içerisinde, gezilerimizden şunu öğrendik; bir şehir (özellikle bir büyük şehir), sen orada gelip geçici isen, büyülü bir hal alabiliyor. Turist isen demiyorum, yanlış anlaşılmasın, turist başka bir şey. Turist: Fotoğraf makinesinin arkasından dünyaya bakan, genelde her yere yetişmek için acelesi olan, en önemli yapıya bir selfilik vakit ayıran, genelde kendi ülkesinden insanlarla beraber yabancı bir ülkede sürü halinde hareket etmekten hoşlanan, tuhaf bir tür aslında. (Tabii ki istisnaların kalbi kırılmasın) Neyse konumuza dönelim.



Yaşadığın şehir, dünyanın en güzel köşesi bile olsa zamanla zorunluluklar içermeye başlıyor. Sokaklar; içinde yaşanan yerler olmaktan vazgeçip, içinden geçip gidilen yerler halini alıyor.


En güzel yapı, senin için aktarma yapman gereken metro durağının adı haline geliyor. Arkadaşlar işlerinde güçlerinde, yapılması gerekenler önde sen arkada, koşurmacalı ve başın önde bir duruma geliyor hayat.


Ama gelip geçiciysen durum başka; her sokak senin, zaman mefhumun yok, yapılması gerekenler bekleyebilir, arkadaşların sürekli yanında, her etkinlik için farklı farklı planların var. Tek yorgunluğun yürümekten ayaklarının tükenmiş olması ama çözüm bir apéro kadar yakında...

İşte tam da böyle oldu Paris bizim için. Özlediğimiz arkadaşlarla paylaşılan zamanlar. Yaşananları güncelleme durumu. Değişen simaların farkına varırken, değişmeyen hayat ortaklıklarına sığınıp kendini yeniden güvende hissetme hali. Tekrar anlamak ve anlaşılmak. 



Doğru söylediğine inandırmak için çabalamamak, inanmak için vakte ihtiyacının kalmaması. 

Olduğun gibi olmak, olduğu gibi bulmak. Özetle tekrar kendin olmak. 

Üstelik insanlarla beraber, anları paylaşmak için en doğru şehirde yapmak bunu...






Paris’teki son günümüz, tabii ki Rammstein günü. Şunu söyleyerek başlamalıyım belki; bu güne kadar yaklaşık 2000 tane gösteri (konser, tiyatro, dans, bienal v.s) yapmışımdır, bir o kadarını da izlemeye gitmişimdir. Ama sadece 3 kez bilet alıp yalnızca seyirci olarak bulundum bir yerlerde. Yani özetle, yalnızca seyirci olmayı pek bilmiyormuşum aslında. Örneğin seyirci ne zaman kapıya gider hiç fikrim olmadığı için 4 saat kadar güneş altında bekledik J Ya da mesela, gaza gelip sahne önüne çok yakın olduğumuz için pogocular arasında kaldık bir müddet. 



Ama detayları boşverip konsere gelecek olursak; yaşadığımız en komplike görsel sanat deneyimiydi diyebiliriz.  Ses, müzik, koreografi, atmosfer, ateş, fireworks... Her şey inanılmaz bir uyum içerisindeydi. 

Konser değil daha çok bir dine kabul ayini gibiydi. Dinin lideri sahneden, dünyanın dört bir köşesinden toplanıp gelmiş müritlerini, itinayla takdis etti. Anlatmakla olacak gibi değil, görsel sanatlara ilgisi olan biri, hayatında bir kere mutlaka tecrübe etmeli.


Gelelim özetlere; Paris’te

Nelere şaşırdık?


İlk olarak şehrin kimlik değiştiriyor olması bizi şaşırttı. Çok uzun süre sanatın ve bohemliğin merkezi kabul edildikten sonra, yeni jenerasyon Parisliler bu ünvandan sıkılmış gibi. Şehir, tüm dünyada yükselen sportif akıma ayak uydurmaya karar vermiş. 
Tüm şehirde neredeyse her sokakta yapılan bisiklet yolu çalışmaları bunun en görünen örneği. Şehir; her köşesinde sporla uğraşan insanlarla dolmuş, koşanlar, pilates yapanlar, toplu yogacılar, amatör spor buluşanları v.s.

İkinci sürpriz yaşam alanlarından geldi. Paris’in bazı dış arrondissementlarında yeni binalar yapılmış, bir kısmı hala yapılmakta. Alışılagelmiş yerel mimariden epeyce farklı, Türkiye’de türemiş bulunan rezidans yapılara daha benzer. Belki Türk müteahhitlerin  parmağı vardır, araştırmadık. Blog yapılar, geniş daireler, geniş balkonlar v.s. Farklı bir kültürün ürünü, eklektik, bir miktar yapay ama çirkin değil en azından.


Yeni trenler ve tren hatları eklenmiş, tertemiz, hiçbir tarafı kırık değil. Birileri “kırık pencere” teorisini okumuş sanki.  

Her yerde, genç yaşlı, çocuk büyük, kadın erkek, vızır vızır trotinet J Hayatı kolaylaştıran bir taşıt. Keyifli. Ama her yerde. Yaya mı, bisiklet mi, araç mı belli değil. Hızlı, motorlu, zaman zaman tehlikeli. Hem kendine hem çevresine. Seveni kadar nefret edeni de oluşmuş. Biz henüz kararsızız.  

Paris’te İngilizce konuşuluyor. Hem de gayet anlaşılabilir bir aksanla. Gençlik yeni bir tavır getirmiş. Çok da güzel olmuş. Paris’te yalnızca 1 gün geçirip “Ay bu Fransızlar da çok kaba, hiç İngilizce konuşmuyorlar” tayfası, kendine yeni bahaneler bulmak zorunda kalacak. Hem talep halinde İngilizce konuşuluyor, hem de çalışanların neredeyse hepsi çok kibar. Kabalıkta ısrarcı eski jenarasyonun temsilcileri yok değil ama artık azınlıktalar.


Nelere hiç şaşırmadık?

Bitip tükenmeyen turist kalabalığına. Her milletten, kesintisiz, her yerde. Ne zaman nerede kalabalıklaşacaklarının  tüyosuna sahipsen yolun hiç kesişmez, mis.

Tıklım tıkış, çiş kokulu metrolar... Hiçbir değişiklik yok, tıpkı bıraktığınız gibi...

Bir takım müzeler hala para kazanma kapısı olarak kullanılıyor. Mona Lisa ile selfi 20 euro J



En çok neleri özlemişiz?



Tabii ki en çok arkadaşlarımızı. Arkadaşlarımızla beraberkenki kendimizi. 

Nehir kenarında, köprü üstünde, parkta, bahçede, şurada, burada, her yerde apéroyu. 

Bir süreliğine de olsa büyük şehrin nabzını.

Çok ulusluluğun, özellikle festival zamanlarda yarattığı, müthiş kaosu.

İyi müziği, iyi bir sahnede, iyi bir ses ve ışık sisteminde hissetmeyi.


Sonraki yazı yolculuğun devamı üzerine; Celipe Hollanda'da!!!

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder