Küçük Şehirden Büyük Ülkeye

Bazen hayat, planlarına aldırmadan sürprizler yapabiliyor sana. Bizim de başımıza tam da bu geldi.
Sağlık sorunları baş gösterdi, Türkiye'ye gitmeye karar verdik. Zaten tüm Balkanlar, bir miktar ciddi problemleri için İstanbul'a gidiyor. Stres, heyecan had safhada.

İşimizi sağlama alıp, rezervasyonu bir ay yapıyoruz, sağlık bu şakası olmaz. Hem gitmişken eş dost kimseyi es geçmeyiz, kimsenin gönlü kalmaz diye düşünüyoruz.

Biz yola çıkmadan felaketler birbirini izliyor: Deprem, virüs (geldikten sonra da, tam gezilerimizden önce uçağın düşmesi!) haberleri bitmiyor. Konu sağlık olmasa kainattan mesaj var deyip oturacağız evimizde.

Yola çıkıyoruz. Süre uzun olunca arabamızı Tivat'ta bırakıyoruz. Havaalanına bizi Filip bırakıyor, (hani düğününe gitmiştik, transfer şirketi olan hani) üşenmemiş gelmiş sabahın dördünde.
Olaysızca iniyoruz pek yeni havaalanına. Benim ilk görüşüm kendilerini. Hiç görmesem üzülmezmişim.


Bilinçliyiz, hazırlıklıyız. Hemen takıyoruz maskelerimizi. Bendeniz cennet kuşu, hatalı ırkçılığa kurban gidip Çinli zannediliyorum. Bir şarap uğruna hayatını riske atmak istemeyen duty free çalışanları, benden kaçmaya çalışıyorlar. Her gün 1.90’lık Çinli görüyorlar sanki. Ben Türkçe konuşunca kıvırmaya çalışıyorlar. Bu adamlar Çinlilere nasıl davranıyorlar diye kaygılanıyoruz.

Arkadaşımız Ozan, sürpriz yapıp bizi karşılıyor. O da, Montenegro dolandırıcıları mağduru. Euro bazında bile pahalı bir sokak arası pastanesinde sohbet ediyoruz. Askerden sonra onu ilk görüşümüz, dile kolay.
Sokakta yürürken Türkçe konuşan herkese dönüp dönüp bakıyoruz. Tabii ki nüfusun %99'u Türkçe konuşuyor. Ne demek istediğimizi, dilinden uzakta yaşayanlar daha iyi anlar.

Sonra bizi Suna hocanın evine bırakıyor. Suna hoca Galatasaray Lisesi'nden, İpek'in tarih hocası(hani bizi ziyarete gelmişti geçen sene). Hemen koyu bir sohbet başlıyor, tabii ki yüzde sekseni ülkeye dair.
Ertesi gün hemencecik doktordayız. Lafı uzatmadan ameliyat diyor. Zaten psikolojimiz hazır, biz hazırız.

Ertesi gün, sabah erkenden hastanedeyiz. En büyük sorunumuz, ameliyat kostümleri çok çirkin; battal boy çöp poşeti gibi. Zaten kişisel her şeyin senden alınırken, bir nebze olsun güzel olabilirmiş. Hemşireler de bizimle hemfikir. Ameliyat hemşirelerini de çirkin çirkin giydirmişler, nasıl olsa insan içine çıkmazlar diye.

İpek ameliyatta. Ben artık yabancı bir şehrin sokaklarında yürüyorum, içim dışım yağmurlu.





Neyse ki doktorumuz muhteşem, tüm sorunları tek seferde bertaraf ediyor. Derin bir nefes alıyoruz.
Ziyarete arkadaşlar geliyor, beklendik ve beklenmedik. Gece hastanedeyiz. Biraz ağrı var. Benim ziyaretçi koltuğuna sığmama ise imkan yok.


Ertesi gün, anne bakımı için hastaneden çıkıyoruz. Çıkış işlemleri filan derken hastaneden çıktığımızı yazmayı unutuyoruz. Bazı arkadaşlarımız, hatta bizi yalnızca sosyal medyadan tanıyan insanlar geçmiş olsuna hastaneye gelmişler. Telefon bile etmemiş birinci derece akrabalarımız varken, mahcup oluyoruz bu nezakete ama insanlık adına seviniyoruz.


Anne evi bir ihtimam, bir ihtimam. Zaten yalnızca uyumak ve dinlenmek istiyoruz. Türlü türlü yemekler hazırlanıyor, hiç şikayetimiz yok tabii ki. İpek'in teyzesi, annesi, benim annem ve İpek, aynı dönemde ameliyat olduklarından kimse kimseye sarılamıyor ama ailenin bütün kadınları güçlü. Yüzlerden gülücük eksik olmuyor.

Hafta başı, ameliyat sonrası doktor kontrolü. Doktora ulaşmak için, İstanbul trafiğinin içine dalıyoruz. Yol boyu, içinden geçtiğimiz her muhit artık bize yabancı. Bir gökdelen arsızlığı almış başını gitmiş. Suçlunun hep yapan olduğu, satın alanın hiç günahının bulunmadığı binalarla dolmuş; 10.000 yılın sonunda beton tanrısına tapanların şehri olmuş İstanbul.

Doktor “her şey temiz” diyor, “git en az 5 yıl da gelme”. İpek'e söz yetmiyor, yazılı garanti alıyor doktordan :)

Güle oynaya Nursen’e gidiyoruz. Nursen, İpek’in hiç yenge demediği yengesi. Evin yakınında bir yemek yiyelim diyoruz, Montenegro’dan geldiğimizi duyan mekan sahibi; yanındaki restoranın sahibinin bizim oralarda inşaatçı olmaya karar verdiğini anlatıyor. Ya sabır diyoruz; bugün güzel bir gün ve ne yapsanız bozamazsınız.

Hastanın rehabilitasyona ihtiyacı var. Nursen’in evi de Ataşehir’de. Fenerbahçe’nin basketbol maçı var. Fırsat bu fırsat deyip maça gidiyoruz; yoksa konunun fanatik olmamla hiçbir alakası yok. İyi oynamıyoruz maalesef ama var gücümüzle bağırıp içimizdeki stresi dışarı atıyoruz. Nursen’ın takımları karıştırıp karşı takımın sayısına sevinmesi, arkamızdaki çocukları gülmekten yere düşürüyor; hem kendimize, hem çevremize neşe saçıyoruz. Ben unutup İpek'i biraz sarsıyorum tezahürat yaparken. İpek unutup delice alkışlıyor. Neyse ki dikişler patlamadan eve dönüyoruz.


İstanbul’da kar başlıyor. İstanbul’a kar yağdığına göre, ülkeye kar yağdı diyebilir haber bültenleri; doğu son iki aydır kar altında olsa da.

Montenegro'da önce müşterimiz olan, sonrasında aile olduğumuz Nuriye Hanım ve Ahmet Bey bizi Ağva’daki otellerine kaçırıyorlar. İstanbul’da kalmış olan nadir doğal alanlardan Şile ve Ağva. Ama korkarız betonseverler kuzeye doğru geliyor hızla. “Concrete is coming”
Sohbet-muhabbet, sofralar, şişeler. Bir diğer Montenegro müşteri-aile dönüşümü yaşadığımız Berna Hanım ve Yalın Bey'i ziyaret ediyoruz Ağva'da. Yalın Bey yok. Berna Hanım ile otururken Nuriye Hanım'ı da çağırıyoruz ve sohbet koyulaşıyor. Daha çok sohbet, şömineye odun, şişeler lingo lingo şişeler...

Sonrası;

Sonrası ver elini Ankara. Ankara benim anne-baba memleketi. İpek yalnızca Behzat Ç aracılığı ile biliyor Ankara’yı. Ankara soğuk, Ankara kar altında.
Bozkırın ortasındaki şehir bile değişmiş ben görmeyeli; sanki hiç değişemezmiş gibi gelirdi.
Havaalanında Mehmet Bey karşılıyor bizi. Ankara’da Mehmet-Suret çiftinin misafirleriyiz.
Hep rehberlik yapmak olmaz, rolleri değişip Mehmet Bey’i rehberimiz ilan ediyoruz.


İlk durak Anıtkabir. Söze hacet yok. Anıtkabir özlenir mi? Tabii ki özlenir. Anıtkabir ayrı, içinde yatan ayrı özlenir.




Ertesi gün, turistlik tam gaz devam. Önce Ankara Kalesi; sonra Anadolu Medeniyetleri Müzesi. Kale inceden restore edilmiş, çevresi de islah edilmiş. Manzara neyse ki kar altında. Beyaz, kir örtmeye çabalıyor elinden geldiğince. Tam kaleden çıkarken 2 çalgıcı geliyor. İpek kapı gıcırtısına oynar malum, başlıyor oynamaya. Suret Hanım da katılıyor ona. Keyifliyiz çok.
Medeniyetler müzesi ödül aldığı eski günlerin uzağında. Dönemin hoyratlığından payına düşeni almış sanki. Mehmet Bey müfettiş. Kazı alanında, tarihi eserlerin eski fotoğrafları asılı duvarda; önünde de eserin kendisi. Fotoğraftaki eser, önümüzdeki eserden daha sağlam. Topraktan çıkmasıyla bugün arasında başına bir şeyler gelmiş yani. 4000 yıl toprak altında saklanıp kurtulmuş, 100 yılda başına neler gelmiş. Taş olmak bile zor bu memlekette velhasılı.

Eve dönerken Ulus’taki pavyonlu caddeden geçiyoruz. Şu sıralar yeni belgeselini izlemişiz, heyecanlıyız. Caddede kozmopolitlik hat safada: Vergi dairesi, banka, pavyon, üniversite, pavyon, pavyon, adliye. Müthiş.


Sonraki gün Ankara buluşması zamanı.

İlk durak, adı kendinden daha büyük olan Kuğulu Park. Oradan Tunalı Hilmi.
Günün bir bölümü, Montenegro ile ilgili soruların cevaplanmasına ayrılmış durumda; diğer bölüm ise takipçilere, arkadaşlara, eski dostlara ve akrabalara.

Sohbet, sohbet. Mekan güzel ama müzik biraz yüksek. Ameliyatta takılan hortum, İpek’in boğazını çizmiş.  Ancak sorumluluk duygusu ağır basıyor, bağıra bağıra konuşmaya devam. Sonuç: sesi tamamen gidiyor. Bundan sonrası fısıltıyla, hem de biraz ürpertici bir fısıltıyla.


Mini Türkiye Turnesi'ne devam. Adana 15 derece. Ankara’nın -7’sinden sonra iyi geliyor. Burada Çukurova Üniversitesi’nin misafirhanesinde kalıyoruz. Suat Hoca, Su Ürünleri Fakültesinde profesör. Pek muhterem eşleri Çiğdem de aynı üniversitede. Yeni rehberimiz kendileri. Sevgililer Gününü bizimle geçirmek isteyen İpek'in ilkokul arkadaşı Melda da uçağa atlayıp yanımıza geliyor. Her türlü çatlakça fikirin destekçisiyiz.

Önce eski Adana’yı geziyoruz. Taş Köprü, Ulu Cami, Eski Çarşı, Küçük Cami. Bakınca kalori aldıran tatlılar, üç parmak kalınlığında bilezikler satan kuyumcular,  şalvar dükkanları, bol ışıklı erotik shoplar ve tabii ki şalgamcılar. Şalgamcılar arasında biri özel: Ali Göde
Hiç tanımadığımız bir akrabamız olduğuna inanıyorum. Eyvah Eyvah’taki Ata Demirer gibi  giriyorum dükkana; içeride bana benzeyen kimse var mı diye bakıyorum. Kimse benzemiyor. Belki çalışanlar sülaleden değildir diye düşünüyorum. Koca bir bardak şalgam içip yola devam ediyoruz. Bu da sır olarak kalsın, ne yapalım.

Adana’da trafik kurallarını çözmemiz biraz vakit alıyor. Yeşil kırmızı fark etmiyor, araç da yaya da her koşulda geçiyor. Taksici tamponla amcayı itekliyor, amca bastonla karşılık veriyor. Teyzeler bağrıyor, dolmuşlar korna çalıyor. En son yeşil ışıkta koştuğumuzu fark ediyoruz. Ölmeden bir kafeye sığınıyoruz.

Yeni Adana’nın bir kısmı hipster. Bol organik, biraz kinoalı, nitelikli kahveli, modifiye çaylı bambaşka bir akım. Biz üç kişiyiz bu sırada; birisi vegan, birisi vejetaryen. Eskiden mecburen entel kabul edilirdik, şimdi mecburen hipsterız. Ama ortak kabul, her koşulda zenginiz. Zenginiz ve dertsizlikten vejetaryeniz. O halde kalın hesaplar ödemek görevimiz. İpek elbette Adana'ya gelmişken, kebapları denemeden ayrılmıyor.



Adana buluşması çok hoş bir arkadaş kafesinde.

İpek buluşmaya kadar fısıltıyla iletişiyor Adana'da. Suat Hoca ve eşi Çiğdem, İpek'in saniye durmayan öksürüğünü dindirmek ve sesini geri getirmek için türlü bitki çayları, pekmezler, karışımlar yapıyorlar. Ve beklenen an. İpek'ten çatallı da olsa ses çıkıyor buluşmada. Gelenlerle hal hatır, biraz Türkiye, biraz Montenegro. Planlar, öneriler ama çokça dolandırıcılara yem olmayın uyarıları. Sonuçta onlar hepimize zararlı.





Mersin, trenle bir saat. Hayriye ve Taylan bizi karşılıyorlar. Bir de küçük bebişimiz var, buraya
geldiklerinde henüz annesiyle beraberdi, ilk torunumuz kendisi. Kahvaltı müthiş, gurbetçiye özel serpme kahvaltı.
Hava daha da sıcak. Sahil pırıl pırıl. Uzun uzun yürüyoruz. Bir yanımız derya deniz, bir yanımız Çin Seddi gibi uzanan çok katlı binalar. Herkes denizi görmek istiyormuş, öyle diyorlar. Keşke çok katlı evlerinden değil de kıyısından görmeye ikna olsalar.

Akşama biz Melda ile maç peşindeyiz. Fener kupayı alıyor, mutluyuz. İpek, Hayriye ve Taylan ile tantuni peşinde. Onlar da mutlular.

Akşam treniyle tekrar Adana. Ertesi gün İstanbul.

Hava değişimi ve uykusuzluk sonucu, gelsin Celil'e boğaz enfeksiyonu.
İpek için KBB doktorumuzdan randevu almıştık. Doktor beni görüyor, eyvah önce sen gel diyor.
Koca koca antibiyotikler, ibuprofenler, parasetamoller…
İpek trakeit; yani nefes borusu zedelenmiş ve zedelenen yerleri mide asiti biraz yakmış. Öksürük bela.

İstanbul’da yarı zorunlu ev istirahati. İpek, hep yollarda; iş görüşmelerine devam ediyor. Hastalık 4-5 günümü iptal ediyor. Bir gece Nursen'de otururken İpek'in telefonu çalıyor. Tanımadığı bir sabit hat numarası. Bir açıyor ki karşısında Zeki Kayahan Coşkun ve İpek bu sefer Matrax'ta canlı yayında! Zeki yine bize şahane bir sürpriz yapıyor. O da yoğun çok. O sebeple yüz yüze görüşemiyoruz bu sefer ama kalplerimiz hep bir, biliyoruz.

Yapılacak iş çok, gün az; görüşülecek eş, dost, arkadaş çok, zaman az... Biraz iyileşince Anadolu Yakası'na veda edip Avrupa Yakası'na geçiyoruz. Bu sefer Ozan’ın misafiriyiz. Ozan iyi de çevresi kötü! İstanbul’da yaşadığımız dönemde de, Cihangir'i sevemedik bir türlü. Trafiği keşmekeş, yokuşları anlamsız, insanı kimlik bunalımında.

Gece Frankofon buluşması var. Fransa'dan haftasonuluk gelmiş olanlarla senelerdir Türkiye'de yaşayan Fransız hocalar, eşleri, partnerleri, eski öğrenciler. Herkes kendi hikayesini anlatıyor ufak ufak. Yıllar da girse araya, hiç zaman geçmemiş gibi devam eden muhabbetlerden. Doğduğu topraklardan uzakta yaşayanlar, birbirlerini daha kolay anlıyorlar bazen. Hiç çıkar ilişkisi yok, herkes yalnızca birbirini görmek için burada. Fransızlar kendi aralarında Türkçe konuşuyor, Türkler Fransızca. Garson durumu çözemeyip İngilizce mönü getiriyor. İhtiyacımız olan gecelerden. İyi geliyor. Bir daha nerede, ne zaman görüşeceğimizi bilmeden dağılıyoruz; vedalaşmamız bile dil karmaşası. Görüşürüz canımlar, bisou bisou.

Dişçisi, cildiyesi, fizik tedavisi, MRIı, eczanesi… Bitmiyor. Çemberi tamamlayıp Suna Hoca'ya geri dönüyoruz. Akatlarda yaşıyor kendileri, İstanbul’un nefes alabilen son bölgelerinden.
Küçük yürüyüşler yapıyoruz, bir nebze güzel hatırlamak için İstanbul’u. İpek beni Suna hocayla bırakıp Candan ablasına kaçıyor bir gece. İkimiz ayrı yerlerde, zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımız keyifli sohbetlerle bezeli bir gece geçiriyoruz.

Virus paniği tüm dünyada artıyor. Yeni bir maske almak için eczaneye giriyoruz, maske fiyatları çıldırmış. Karaborsa her yerde. İnsanın yoksunluğundan bir nebze menfaat sağlamaya çalışan herkes ahlaksızdır, nokta.


Aynı akşam, Orkan ile buluşuyoruz. Babasıyla beraber küçük ölçekli yapı işleri yapıyorlar. Bize Türkiye’deki inşaatlar ve ihale süreçleriyle ilgili hikayeler anlatıyor. Aydınlanırken kararıyoruz. Kötülük ve çürüme bizim algılayabileceğimizin çok ötesinde. El ele verilip yaratılmış bir cehennem portresi, herkes birbirinin ateşini yelliyor. Yanan da, yakan da, odun da kendisi.



Şehit haberleri geliyor. Garnizon yemekhanesinde, cızırdayan televizyondan duyduğum şehit haberleri geliyor aklıma. Önce buz gibi bir sessizlik, sonra şehitler ölmez sesleri. Üstün başın yemyeşil. Öldü diye fotoğrafı gösterilenler, birebir sana benziyor. En yakın telefona koşup ağladığını belli etmeden anneni arıyorsun. Ben iyiyim demek bile içini acıtıyor. Ben iyiyim, ama birileri iyi değil. O birilerinin yakınları hiçbir zaman iyi olmayacak. Şehitler ölüyör…

Geri dönüş günü geliyor.
Uçak akşam üzeri. Mültecilerin sınır geçişi serbest bırakılıyor. Sınırlarda problem olur mu diye kaygılıyız. O kadar şey üst üste geldi ki, neye kaygılanacağımızı şaşırdık. Bavullar, çantalar, kitap kolimiz, maskelerimiz ve endişelerimizle havaalanındayız. Kalabalık, güvenlik ve pasaport kontrolleri yavaş, maskeyle nefes almak zor. Uçağa biniyoruz, havalandırma çalışmıyor, virüse karşı önlem diyorlar. Uçak 45 dakika tavuk gibi yerde gidiyor. Uçuş 1 saat 15 dakika. Pilot hiç konuşmuyor, ilginç. Podgorica’nın üzerinde üç tur dönüyoruz.
Offf yeter bitsin artık bu gerginlik.

Sonunda iniyoruz, pasaport kontrolünden geçip bagajlarımızı alıyoruz. Havaalanından çıkarken polis elimdeki kolide ne var diye soruyor; kitap diyorum. Ha iyi o zaman diyor, ne açtırmak ne x-ray. Montenegro’ya hoş geldik :)

Maskelerimizi çıkarıp derin bir nefes alıyoruz. Tuhaf ama eve geldiğimizi hissediyoruz.
Burada nefes alabiliyoruz madden ve manen; yeniden hatırlıyoruz neden yerleştiğimizi. Arkadaşımız Haluk bizi eve götürüyor. Karanlık yollardan geçerken yıldızlara bakıyoruz.
Ayrılık, kavuşma, özlem, hayal kırıklığı, vazgeçiş, umut ediş… Her şey var… Yol kıvrılıyor ve gözlerimiz düşüncelere dalıp kapanıyor.

Gecenin bir vakti, bu sefer sahiden,
Evimizdeyiz...