Montenegro'dan Kış Hikayeleri


Bu kış buralarda da soğuk geçiyor, neredeyse tüm Avrupa’da olduğu gibi.  Hatta söylentilere göre son 49 yılın en soğuk kışıymış. Türkiye’den buraya göçen arkadaşlarımız bazen bize sitem ediyor, hani çok soğuk olmazdı diye; valla 49 yılın en soğuğuna denk gelmek sizin marifetiniz diye yanıtlıyorum, biz üç kış gördük hiçbiri böyle değildi.

Şu sıralar tam bir Montenegro yağmuru yağıyor dışarıda. Bol gürültülü, rüzgarlı; eski Türk filmlerinde hortumla yapılan kötü yağmur efektleri gibi.  Saat gece 3 civarı; yapay seslerin son bulduğu nadir zamanlardan. Yalnızca yağmurun ve klavyenin sesi var. Bir de zaman zaman yazmamı durduran öksürüğümün sesi.  Beş gündür süren hastalığın umarım iyileşme evresindeyim. Sinüzit, soğuk hava, sonra ciğerlerin dolması, öksürük, ateş v.s.  özetle.
 
Hastalığın iyi tarafı, aklın çalışma hızını yavaşlatması ya da en azından benim için böyle. Hep böyle zamanlarda daha kesintisiz okuyup yazabiliyorum. Bir şeyler ilgimi dağıtamıyor ya da dağıtsa bile onun peşine gidebilecek takatim olmadığı için okuyup yazmaya devam edebiliyorum. (Ya da çocukluğumdan beri yaratmış olduğum kocaman bir züğürt tesellisi bu, emin değilim.)

Kimileriniz haberdardır, uzun zamandır Shakespeare üzerine çalışmaktayım. Tüm oyunlarını İngilizce orjinalleriyle karşılaştırmalı olarak okuyup bir kurgu çıkarmaya çabalıyorum. Bir de tabii ki Shakespeare üzerine yazılmış önemli kaynakları da gözden kaçırmamaya çalışıyorum. 40 oyun dile kolay! Neredeyse 6 ay kadar oldu ama okuma sürecini nihayete erdirmiş durumdayım. Tasarım süreci fena gitmiyor, sonuca yaklaştıkça detaylı haberleri ileteceğim elbette.

Sabahattin Ali okuyorum bir yandan; yavaş yavaş... Bir seferde en fazla iki hikaye... Daha fazlası ağır geldiğinden; çabuk bitmesin diye bir yandan... Elimizde çok az hikayesi kaldığı için damla damla... Daha fazlasını yazmasına izin vermediklerini unutmadan...Başka bir coğrafyada yaşayabilme hayalinin nasıl toprağa gömüldüğünü hatırlayarak...

NtvTarih’in eski sayılarını okuyorum bir de şu sıralar. Bazen bir konuya rast gelip onun peşine düşüyorum. Bazen hiç fark etmediğim bir detayı alıp yoluma devam ediyorum.  Dergi okumak kitap okumaktan her zaman çok farklı bir ruh hali. Kitap daha planlı, daha kestirilebilir, daha tercih edilmiş. Dergi daha rastlantısal, daha sürprizli. Sana yalnızca bir kaç ip ucu veriyor, konu her yöne dallanıp budaklanmış olabilir. (Dergiye övgümün sebebi belki elimizde çok kalmamış olmasından da olabilir. İlk sayısından 450.sayısına kadar hepsini takip ettiğim Bilim ve Teknik dergisinin geldiği hali ve çok kısa ömürlü olan NtvTarih dergilerini kastediyorum tabii ki. ) Toplumsal Tarih ve Socrates hala var neyse ki.

Gecenin bu saatinde, beni uykumdan alı koyup anlatılmak isteyen hikaye de Ntv Tarihin Ağustos 2011 sayısından.  İlginç rastlantılara içre, hüzünlü, tuhaf. Benim 2011 yılında yazılmış bu dergiye; bu kış burada denk gelmem de başka bir rastlantı. Hikaye bir yaşanırken, bir de anlatılırken doğru zamanı seçermiş derler, belki de doğru, kim bilir? Neyse uzun lafın kısası;

Hikayemiz İbrahim Drakovic ile başlıyor; dönem 1890... İbrahim boşnak kökenli, Montenegro’da Bar limanına yakın Tudemila adında bir köyde yaşıyor. (Şu an olduğumuz yere 70km uzaklıkta.) Mutlu mesut yaşarlarken, birileri siyasi çıkarlar uğruna etnik kökenleri birbirlerine karşı kışkırtmaya başlıyor. Küçük itişmeler zaman içerisinde Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar arasında silahlı çatışmalara dönüşüyor, kan gövdeyi götürüyor. İbrahim’in iki teyze oğlu Hırvatlar tarafından öldürülüyor, o da intikam almaya yemin edip kendi silahlı örgütünü kuruyor.  Çatışmalara olanca gücünü veriyor , hatta rivayet bir Osmanlı subayını kurtarmak için bir Hırvat kalesini bile bastığı yönünde.  Sonuçta İbrahim’in bu yükselişi, çok fazla göze batıyor ve herkes tarafından aranır hale geliyor. Yakalanırsa hapis ya da idam onu bekliyor.  Yaşadığı yeri terk etmesi, yeni diyarlara göçmesi elzem. 

Aklına yıllar önce Amasra’ya göçmüş dayıları geliyor, Ahmet Ali ve Edhem.  İki dayı uzun yıllar önce Amasra’ya göçmüş, yıllarca kömür madenlerinde amelelik yaptıktan sonra son yıllarda bir miktar refaha ermişler.  Hemen onlara haber yolluyor, yanıt gel bize katıl oluyor. İbrahim Bar Limanı’ndan önce İtalya Bari’ye, oradan İstanbul’a, oradan Zonguldak’a derken sonunda Amasra’ya varıyor.  Çatışmalardan kurtulup derin bir nefes aldıktan sonra sıfırdan yeni bir hayat kuruyor kendine.  İbrahim’den sonra Montenegro’dan Hanife de geliyor Amasra’ya gelin olarak. Evleniyorlar ve İbrahim’in dayısının kömür ocağının yakınındaki bir eve yerleşiyorlar.  Burada tarla ve bağ-bahçe işleriyle uğraşıyorlar, üç çocukları oluyor. Muzaffer, Suphiye ve de Celil. (Evet, bir diğer tesadüf de burada). Ancak bu hikayede asıl anlatılmak istenen  ortanca kız çocuğu Suphiye’nin hikayesidir...

Suphiye okuma sevdalısı, ince ruhlu bir genç kız. Yalnızca Amasra’da  kız ilkokuluna giderek şu zamanın üniversite mezunlarından daha kültürlü. Umutları ve istekleri var en önemlisi. Bir de kendine has bir bakış açısı, hayata karşı. Daha on yaşındayken babası İbrahim hayata gözlerini yumuyor, ondan bir kaç yıl sonra küçük kardeşi Muzaffer bir grip salgınında ölüp gidiyor. Annesi, abisi ve kitaplarıyla başbaşa, bir küçük köyde hayata dokunabilmeye çabalıyor. Amasra ve Zonguldak’taki akrabaları arasından da kendisine bir yoldaş ediniyor zaman içinde: Kuzeni  Mukadder Velovic. Birlikte Türk romanlarını, Fransız ve Rus klasiklerini okuyorlar.  Bunlar üzerine sohbetler edip ayrı kaldıklarında mektuplaşıyorlar. Biz Suphiye’nin hikayesini büyük bölümünü bu mektuplardan öğreniyoruz aslında.

Mektuplardaki en yoğun tema, sıkıntı ve çaresizlik aslında; tıpkı okumayı çok sevdikleri Rus klasiklerinde olduğu gibi; Şöyle yazıyor Suphiye bir mektubunda:

“Dün mektuplarınız elime geçti. Okudum, ağladım; okudum, ağladım. Burada çok sıkıldım; seni arayamıyorum, Celil yok, evdekilerin hepsi korkak. Sanki her tarafımızı câniler sarmış. Akşam olurken hepimizi bir korku kaplıyor. Doğrusu, tariften âcizim kardeşim. Siz olsaydınız, ut, şarkı gider idi.”

 Yalnızca sıkıntı değil tabii ki, hayata tutunma çabası ve naif bir genç kızın kırılganlığı:

“İnşallah siz de İstanbul’a gidiniz de bizi unutunuz ve hem unutacaksınız. O koket madamlar mösyöler, yeni modaler, o piyasalar, hiç böyle donuk mahalleleri unutturmaz mı? Elbet unutturur... beni unutacak mısın? Ümid etmem... Elbet aklının kalbinin bir köşeciğinde yer tutarım. Beni unutma. Beyoğlu’nda kırlarda piyasalarda beni de tahattur et. Ha sakın şapkasız gözlüksüz sokağa çıkma... Asude hayat geçir, serbest ol. Dünyayı gör. Cehalet vahşilik değil mi? Siz bunu benden daha iyi takdir edersiniz. Ah ben de sizin gibi pedere malik olmuş olsa idim. Böyle cehalet içinde yaşamaz idim. Ben de bir hanım add olunur idim, okur idim...”

Sanki kendi ukdelerini sıralar gibi tavsiyelerine devam ediyor mektubunda:

“Udu güzel öğrenmeye dikkat et. Sonra keman ile piyano da alırsın. Fakat insan; bir, nihayet iki çalgıyı güzel öğrenmeli. Babana yalvar da bu senelerde seni götürsün...  ... Eğer babam İstanbul’da bırakmaz ise ben de kitap alır evimde öğrenirim, okurum diyorsunuz. Bu fikriniz doğru, hem de pek doğru. Hususi öğrenmek çok iyidir. İnsan ağır öğrenir, fakat öğrendiğini bir zaman unutmaz. Öyle okumak, zadelik isbat eder ve hem öyle okuyan insan sade olur. Ancak kendi  nezaketi, kendi kadınlığı ile uğraşır. Bir odayı da kendinize intihap edip masanızı kitaplarınızı oraya koyarsınız.”

Yaşadıkları dönemin kültürel hayatını nasıl takip ettikleri, anlayıp yorumlayıp üzerine tercih yapabildikleri her satırda o kadar da belli ki:

“Size Foti Efendi’den iki kanto almanızı söylemiştim, aldınız mı, ne yaptınız? Kantonun birisi Güvercin kantosu, ikincisi Yine bir Gülnihal aldı gönlümü... Rumi Ağustosun 15inde Doktorun Marika’nın isim cem’iyeti Hakkı Ağabeyin evinde olacak.  Sekiz ay Zonguldak’ta bulunduğumdan şu Evdoksiya tabir ettikleri matmazeli görmeye muvaffak olamadım. Herhalde cazibe bir şey olmalı. Zira bu kadar samimiyet olmaz derecede. Mağaraağazı, Kapusu, Gülnihal, liman içleri, hepsi mevcut. Şarkılar polkalar tamam yaşa yaşa. Bunlar o matmazel ile, hey gidi!”

Devam eden mektuplarda hayallerin ve heyecanın yerini, hayatın sıkıcı gerçekliği alıyor, sıkıcı ve tedirgin edici hayatın, 20 yaşında bir genç kızın yaşamaya çalıştığı hayatın:

“Benim sizlere yazdığım sözler Mualla’nınkiler kadar mutaltif değildir. Mektep görmüşte başka bir zarafet vardır. Ben hanım kabasıyım. Ben vehimli, müvesvis bir kızım. Yaşım genç ama kalbim pek ihtiyar. Ah en güzel zamanlarım şu dağların gerilerinde geçti. Artık ihtiyar oldum. Şu bir hane içinde her gün korku, ölüm tehditleri, ne desem? Bunlar ömür tüketici muhataralar, tehlike tehlike. Akşam olur cümlemizi bir havf(korku) istila ediyor. Sabaha kadar yekdigerimizden bi-ümid. İşte bu da yaşamak! Gün geçirmek değil mi her türlü geçiyor.”

Kendisinin de yazdığı gibi, zaman geçirmeye çalışarak gün dolduruyor, ama yazdığı her satır heba olan her anının değerine şahitlik ediyor:

“Kışlıklarımı yamadım, diktim, yazlıkları yamadım. Üçbeş günde bunlar bitti. Yerlerine koydum. Yenilere başladım. İki kat çamaşır, iki entari diktim. Cuma günü onlar da hitam buldu. Dün iş yok, ne yapayım sizden gelen mektupları açtım. Birer birer okudum. Onlar da bitti. Hele bir Hakkı Ağabeyimin odasına gideyim dedim. Orada tütün sepetini gördüm. Tütün de ipek gibi. Sigara kağıdı kutusundan üç defter kağıt aldım, geldim sepetin başına oturdum.  Üç defter kağıdı sigara ile bitirdim. Nanem (Annem)  -ilahi Suphiye neredesin? -Sigara yapıyorum, sigara. Kağıtlar bitince döndüm bir de saydım. Tamam yüz elli sigara yapmışım. Ben sigaraları yaparken nanem de –şu kız tütün ile oynamasını seviyor, bir de alışırsa- diyormuş. Bunu üzerine beni çağırdılar. Yanlarına gittim. Nefesini koklayacağız tütün içtin mi dediler. Ben de üfledim. –Ayol dedim, ben şimdiye kadar muhafaza edilmek lazım idim. Şimdiden sonra ben iyiyi fenayı bilemez isim yazık bana dedim”

Sıkıntıdan muziplik yapmaktan da geri durmuyor, o kadar güzel ki tasvir edişi insanın gözünde canlanıyor:

“A bak dün daha neler yaptım? Dün nanem, Nebile ablam oturuyorlar. –Ah nane, müsade eder isen sana pudra süreceğim dedim. –Hade hade beni maskara etme!- -Oh nane rica ederim, Allah aşkına nane dedim.  Nebile ablam da –Duruver  Hanife abla bakalım nasıl olacaksın dedi. Nanem zavallı maymuncuk gibi durdu. Pudra sürdüm, bir de sürme çekeyim mi dedim; artık ona razı olamam, o çıkmaz dedi. Ne ise nanem süslendi, bitti. Ona baktık. Ne kadar olsa insan düzelince başka simaya giriyor. O vakit: -Nebile abla, o ihtiyar kadın güzel oldu, seni dedüzeltelim dedim. O da kız git dedi. Ya naneme, Hanife abla dur nasıl olacaksın dedin, sen de dur da bakalım sen nasıl olacaksın? Nanem de –Doğru dedi. Nebile ablam da durdu. Ona hepsini koydum, sürme de çektim. Bir de kakül keseyim mi dedim? Suhiye senin aklın bugün zivaneden çıkmış olmalı dediler.”

Bir kaç yıl sonra yoldaşı Mukadder’in, nişanlandığı haberi geliyor:

“Bir zarf dolusu mektubunuzla üç kutu şekerinizi aldık; ‘Mukadder nişanlandı’ dediler, hepsi memnun oldular, tabii ben de. Hepsinden evvel, bu benim kalbimde uyanmıştı. Benim için ağlamamak kâbil olmadı. Ağladım… O saniye, ruhumda neler, ne lezzetler hissettim. Bütün mâzimiz bir sinema şeridi gibi gözümün önünden geçti.”

Her ne kadar sıkıntılı da olsa nispeten iyi günleri geçmişte kalmaya başlıyor; hayatındaki en büyük kırılma 1920 yılında yaşanıyor. 20 yaşına gelen Suphiye’yi artık evlendirmeli  diye düşünüyor aile. Bir gün, aile meclisi toplanıyor; Suphiye’nin fikri bile alınmadan, Arnavut  asıllı Orman Memuru Sâlih Efendi ile evlenmesinin uygun olacağı kararı veriliyor.

“Mukadderciğim, 24 Mayıs 1334 (1918) tarihinden bugüne kadar size takdim ettiğim mektupları şimdiden sonra ayrı bir yere, bugünden sonra yazacağım mektupları da ayrı bir yere koy. O evvelki mektuplarımız, emin ol kardeşim, en tatlı, en sevimli geçirdiğimiz zamanlar. Onlarda unutulmayacak hâtıralar, çocukluk günlerimiz var. Ben o mektupları hiçbir zaman kaybetmeyeceğim. Ben artık hayatımın ikinci hazzına hamlemi atıyorum. Teşrin-i Evvel 1336’dan (Eylül 1920’den) beri bir başkasının oldum. Şimdiye kadar pederimin ismiyle, “Celil’in hemşiresi” ismiyle söylenirdim; şimdiden sonra onun ismiyle anılıyorum. Ah o geçirdiğimiz tatlı zamanlar, güzel günler… Evet, o günler hayatımın bir sahifesi. Yukarıda yazdığım gibi, 11 Teşrin-i Evvel 1336 tarihinde, benim hayatımın o sevimli sahifeleri bir daha açılmamak üzere kapandı. Kalbimde yalnızca onların sevimli hâtıraları kaldı. Kardeşim, emin ol, bu mektubumu size gözyaşlarıma boğularak yazıyorum. Şimdiye kadar size yazdığım mektuplar başka idi, bunlar da başka. Hatta kendim bile başkalaştım. Kendimi evvel emirde yabancı görüyorum. Bütün eşya bana yabancılığımı ihtar ediyor zannediyorum. Ben, “Eh bu benim ebeveynim, beni sevmiyorlar da veriyorlar.” sanıyorum. Ebeveynime muhtasar (kısa) bir zaman misafiri oldum.”
........
“Düşünüyorum, düşünüyorum Mukadder, ben bu dünyada mesut olamayacağım. Ben, teehhüle (evlenmeye) hevesli bir kız değilim. Ben daima okumalıyım, emirden emire geçmemeliyim. Aman Mukadder, dünyada her şeyden vaz geçmeli; ölmek en iyi şey; her şeyi bırakmalı, çıkmalı, gitmeli… Burada sâdece senin tahassürünle (hasretinle) doluyum. İşte böyle, günlerim zor geçiyor. Şimdi sizlerden, o tatlı günlerden ne kadar uzağım; o sevimli günler bir daha avdet etmemek üzere uzaklaştılar, değil mi? ‘Kalem dert ocağının maşasıdır” derler. Hakikaten öyle şevkatli, ne büyük bir arkadaş. Nasıl, hemfikiriz, değil mi?”

“Sizden ayrıldığım için azap içinde yaşıyorum, ruhum sıkılıyor Mukadder! Daha fazla yazarsam, ağlamaktan kendimi zapt edemeyeceğim herhâlde. Muhabbetimi hissedersiniz değil mi? Bensiz nasıl olursanız, benim de nasıl olduğumu zahmetsiz anlarsınız.”

Evlenmemek, ez azından ertelemek için çabalasa da çabaları sonuçsuz kalır:

“Mukadderciğim,  artık bütün  bütün ‘yolcu’ kıyafetine girdik.  Her  ne  kadar ‘Bayramdan sonra olsun’ diye yalvardı isem de, “Biz mutlaka Ramazan’dan evvel sözü verdik, kâbil değil, gideceksin.” dediler. Burada nihayet 1.5 aylık misafirim. Fazla kalamıyorum, bırakmıyorlar; ne kadar çok yalvardımsa da kattiyen kabul etmediler.”

“Bu mektubum size son! Artık bundan sonra, hem de pek başka bir fikirle hiç görüşemeyeceğiz. Yalnız, mâzinin (geçmişin) tatlılıklarını teemmül edeceğiz (düşüneceğiz), öyle değil mi? Ben ebeveynime ancak 20 günlük misafirim. Hiç istemediğim o gün, başka senelerimden, başka aylarımdan daha evvel zuhur etti (ortaya çıktı). Mukadder! Ben her gün ağlıyorum. Her şey bana garip görünüyor. Sabaha karşı horozlar ötmez mi, bana ne kadar garip geliyor. Nebile ablama diyorum ki, “Bilseniz şu horozların ötmesi ne kadar garip, şu güneşin şevki ne kadar soluk, rüzgâr ne kadar hazin, dağlar, başka her nereye bakmış olsam, neyi işitmiş olsam, hep garip, her şeyde bir hüzün var… Nebile ablam beni Amasra’da bırakıp Tarlaağzı’na gitti. Gitmek istedim, götürmediler, çok fena oldum. Gidip de hasretle Tarlaağzı’na bakacak, ağlayacak idim. Son olarak oralarla vedalaşmak istiyordum; hayvanâtın sesini işitmek, gidip gelmelerini, tabiatı (doğayı) son defa olarak teessürle (üzüntüyle) görmek istiyordum. Bu tatlı emelime mâni oldular. Sabırsızlıkla yolunuza bakıyorum. Bu tatlılıklara ebediyyen elvedâ.”  
   
“Sizden başka bana tatlı tatlı ağlayacak kimse yok. Siz doğrudan doğruya benim fikrimle bana ağlarsınız.”

Son mektuplarını, “Bîkes (Kimsesiz) Suphiye” diye imzalayan Suphiye ile Salih Efendi’nin düğünleri 10 Nisan 1921 tarihinde gerçekleşiyor.
Düğün, damadın, Bartın Orduyeri’ndeki yeni evlerinde yapılıyor ,Suphiye Bartın’da  hiç istemediği bir yaşama başlıyor.     

“Şimdi kardeşim, ben Bartın’ın köşelerinde kimsiz, kimsesiz oturuyorum. Ancak, mâzinin tatlılıklarıyla lezzetyâboluyorum. O günlerimi, bugünlerimi düşünüyorum  da,  o  vakitler hürriyetim elimde, şimdiyse kafese kapatılmış, hürriyetinin lezzetinden mahrum kalmış bir kuş gibiyim.” 

9 Eylül 1923 tarihinde Suphiye’nin oğlu Fethi dünyaya geliyor. Ancak doğumun kırkıncı gününde başlayan kanama durdurulamıyor. 1923 yılının soğuk bir Aralık günü Suphiye, 
23 yaşında yaşama veda ediyor.

Yıllar sonra ilginç bir şey oluyor: Suphiye’nin oğlu Fethi,  Mukadder’in kızı Ayten’i  seviyor ve  evleniyorlar.   Sene 1990 yılında ise; Mukadder’in yeğeni köyünü ziyarete gittiğinde tavan arasında, bir çikolata kutusu içerisinde bu mektupları buluyor. Eski türkçe arap alfabesiyle yazılmış bu mektupları annesiyle beraber çevirerek bu hikayenin bizlere ulaşmasını sağlıyor.

Beni çok etkiledi Suphiye’nin hikayesi;  güçlü karakteri, kendini yetiştirme çabası, hevesleri, heyecanları, ukdeleri,  kırılganlığı ve sıkıntısı ile Suphiye’nin kendisi. Hayatın tesadüfleri, bazen alıp bazen vermesi. İnsanların ince ruhları görebilmeyi bir türlü becerememesinin trajedisi.  Ama Suphiye gibi mektuplarının da sessizce kaybolup gitmeye karşı Sisifos vari direnmesi...

Son söz Suphiye’nin:

“Sevgilim yok, Yalnız sevdiğim şu var ki nezaket-i medeniyetin, ilmin aşıkıyım. Güzellikte asla hevesim yok. Kardeşim ben bahtiyar olamayacağım. Ben böyleyim şöyleyim deyip de hepsinden bi-haber olanlar gibi değilim. Ne nadan kızlar oluyor da ne parlak istikballeri oluyor...”